26 Eylül 2009 Cumartesi

Sevgiliye


Şimdi sen gidiyorsun,
gidiyorsun ya böyle...

ey dost!
bizden selam söyle....
:~

23 Eylül 2009 Çarşamba

Ayağı öpülecek kadın: Rabia


Rabia, özürlü bir kadın.
Elleri doğuştan yok...

Geçenlerde TV' de izledim.
Hayatını ablası ile birlikte sürdürüyor ve ayaklarıyla her işini görebiliyor. Dahası oya, dantel vs örüyor ayaklarıyla. Yani birçoğumuzun elleriyle beceremediğini beceriyor.

Ayda 300tl ye yakın bir para kazanıyor ve kazancının tamamını öğrencilere burs olarak veriyormuş. Yanlış duymadınız. Kazancının tamamını öğrencilere burs olarak veriyor Rabia.

Birçok insanın bırakın onun durumunda olmayı sapasağlamken dilendiği, üç kuruş için her türlü kötülüğü yapmayı göze aldığı bir ortamda, Rabia zaman zaman kendimden bile umudu kestiğim şu dünyada; Paslanmış ve kararmış yüreğime bir ışık oldu.

Sizlerle paylaşmak istedim...

Haberin detayı için tıklayın.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Hayra yorun, güzelleşsin hayatınız.


Üzücü ama ben bayram günlerini pek sevemedim nedense. Hep bir hüzün oldu çocukluğumdan bu yana bayramlarda beni bekleyen. Buna resmi bayramlarda dâhil. Hastalıklı bir bünyem olduğundan, sıkı sıkıya giydirildiğimden, özenle korunduğumdan olsa gerek. Ne doyasıya soğuk soğuk su içebildim, ne de adam gibi koşup terleyebildim. Ben mikroskop istedim bayramda, ailem oyuncak araba aldı. Nedense gönlümce mutlu olmayı başaramadım.

Küçükken alınan bayramlıklarım, ya kardeşim de giysin diye önce büyük alınır kollarım içinde kaybolur, ya da biraz daha giy bakalım diye kollarım dışarda ceketlerle bayram yapardım. Devir ekonomi devriydi bizim evde anlayacağınız. Gerçi hiç aç ve açık kalmadık şükür. Hatta her şeyin olabilen en iyisini alıp, giydirmeye ve yedirmeye gayret etti babam. Ama onun standartları vardı ve değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemezdi...

Sonrasında ise aile içi kavgalar. Annem babam pek kavga etmese de bayramlarda akraba ziyaretleri sorun olurdu. Senin annene önce gideceğiz, benim anneme geç kaldık gibisinden. Ufak tefek kırgınlıklar da hep vardı zaten...

Babamın hatırı için, kendisini sevmeme rağmen istemeye istemeye ziyaretine gittiğim büyük halam, bana hep annemi kötülerdi. Kötülediği de yüzüne hoş bakmamış, ayakkabısını çevirmeyi unutmuş kabilinden boş şeyler. Biraz para, şeker ve elime bir mektup tutuştururdu babama vermem için. Biz de o mektubu bir güzel annemle açar, okurduk. Sonra annem babama gösterir ve kıyamet kopardı. Bayramın kalan günlerinde ise halam bekler dururdu gelmemizi...

Babam bizi çok sevmesine rağmen mizacı sert bir adamdı ve Ramazanda sigara da içemediği için iftar topunun patlayıp, orucunu açmasını dört gözle beklerdik. Gerçi annem de kuzu değildi . Bayrama yakın halamlar gelip, ortalığı karıştıracaklar diye günler öncesinden sinirlenir, dellenirdi...

Babam öldükten sonra ise annem bunu kabullenemedi bir süre. Kendini terkedilmiş gibi hissetti. Öldü diye babama kızdı hatta. Sonrasında babamın akrabalarına daha kötü davrandı. Kimisine bayramlarda kapıları açmadı. Hırçın bir çocuk gibi oldu. O dönemi birlikte çok zor atlattık.

Onu yemeğe çıkardım sık sık. Şehir dışına götürdüm. Alışverişe, doktora... Bir gün yine birlikte ettiğimiz bir kahvaltıda neşesi yerine gelmişti. O gün süt ve bal -kaymak vardı tabaklarımızda. Onun sevincini yüzünden okuduğumu anımsıyorum. Sonrasında ise balın yavaşça süzülüp kaymağın üstüne çıkarak "Allah" yazdığını gördüm tabağımda.

Çok özel bir andı benim için. Bunu size anlatmak istemezdim aslında, sihrini, büyüsünü kaçırmamak için. Sonrasında, bir kaç kez kendim aynı yerde kahvaltı söyleyip, kürdanla yazmak istedim beceremedim. O anın bir fotoğrafını çekip saklamıştım. Bulursam bir gün paylaşırım.

Bugün arife, ben babamla, ninemle, ablamla bayramlaştım. Yarın bayram, annemle ve kardeşimle de bayramlaşacağım. Diğer yaşayan akrabalarla, aile fertleriyle de.

Demem o ki; bu dünyada insanoğlu gelip geçici. Kimseyi kırıp dökmeye, incitmeye değmiyor. Su-i zan etmek, insanlar hakkında önyargılı olmak iyi bir şey değil. Aksine Hüsn-ü zanda bulunmak, herkesi öncelikle insan olduğu için değer verilmeye layık bulmak, güzel bir haslet olsa gerek.

Üstelik pozitif düşüncenin insan hayatına olumlu katkıları olduğunu biliyoruz hepimiz. Bayram boyu ve sonrasında yaşayacağınız olayları, karşılaşacağınız hadiseleri ve insan davranışlarını hayra yorun. Güzel bakın, güzel görün...

Hayra yorun, güzelleşsin hayatınız.
Allah'a emanet olun...

-------------------------------------------------------

Ramazan Pidesinin Sonu.

18 Eylül 2009 Cuma

Sevgili Arife

Ramazan pidesini en azından bir süreliğine (son 2 yazıdan sonra) tatile çıkarmayı planlıyorum. Nasipse bu günkü Arife yazısı ve Arife günkü bayram yazısı ile. Sonra belki devam ederim, etmem bilemiyorum.

Şahsen ben arife günlerini bayramlardan daha çok severim. Çünkü çocukluğumun geçtiği kasabada hep arife günü sabahında eskimeyen dostlarla bayramlaşılırdı. Eskimeyen dostlar dediğim bu dünyadan ayrı düştüğümüz sevdiklerimiz, dostlarımız, akrabalarımız.

Her nefis ölümü tadacaktır emri gereğince ölümle tanışmak eninde sonunda başımıza gelecek bir randevu. O yüzden belki de ölmeden önce ölmeyi bilmek gerek. Unuttuklarımızı yeniden hatırlamak gerek.

Rahmetli babaannem ilk öğretmenimdi. Dedem bütün mal varlığını 2nci eşine bağışladığında oturmuş ve bir daha da ayağa kalkmamış. Daha doğrusu evin içinde hareket edebiliyordu ama dışarı bir adım atmazdı, atamazdı. Elifbamın ilk harflerini hep ondan öğrendim.

Hep Mona Lisa'ya benzetirdim onu. Soylu bir duruşu vardı ve belki de çok fazla hareketli olmadığından bir tablo gibi dururdu evin içinde. Birlikte camdan bahçemizi ve yolu seyrederdik çocukken. Arada bir onu kızdırıp, bastonunu sallayarak o naif sesiyle beni tehdit etmesini izlerdim neşeyle. Öldüğü gün "beş kişiydik birbirine âşık / eksildi soframızdan beşinci kaşık" diye yazmıştım.

Babamı ise annesinin yanı başına gömdüm kendi ellerimle. Ninemin kabriyle aralarındaki mesafe dardı. Annem "hani, bana yer bile yok" diye kızdı. Ben de ona " Babamı annesinin koynuna sakladım" dedim. Ona da "kanatsız bir kuştun Ahmet’im / uçtun yuvadan, bir daha dönmedin" diye not düşmüştüm.

Ailede ilk kaybımız ablammış. 3 aylık bir bebekken kaybetmişiz onu. Yani ben hiç görmedim. Benden 1 yıl kadar önce ölmüş. Tek bildiğim duvarda asılı küçük bir resmiydi. Ben o küçük resimdeki kızı hep çok sevdim. Hep bir kız kardeşim olsun istedim. Erkek kardeşim olduğunda da beni kız kardeşin oldu diye kandırmışlar bir müddet.

Ablam ölünce nedense aile kabristanı dışında bir yere gömülmüş. Arife günleri, o masum minik mezarına gittiğimde hep duygulanırım. Yıllardır annem çok kızsa da ailedeki herkese sıkı sıkı tembihledim. "Öldüğümde beni ablamın yanına gömün" diye. Yol ,menzile varırsa yarın sabah görüşeceğiz inşallah. Bu arada sizler de haklarınızı helal edin. Gidipte dönmemek var, gelipte görmemek var.

Arife günlerini sevmemin bir başka sebebi babamın orijinalini yeni Türkçe harflerden öğrenmesine rağmen çok hoş ve kendine has bir ses tonu ve tecvitle okuduğu Kuran-ı Kerim'i dinlemekti. Yasin'i o okur diğerlerini bize paylaştırır ve bizidinlerdi. Bir de kurban bayramı arifelerinde kabristan dönüşü mutlaka bize "pideli paça" ile bir sabah ziyafeti çekerdi...

Ne demiş şair : "geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer"
İnsan özlüyor haliyle. Duygulandım mı ne?
--------------------------------------------------------------
Yarın: Sevemediğim bayram günleri

16 Eylül 2009 Çarşamba

Merdivenlerden inerken


Ablam
Babaannem
Anneannem
Büyük Dayım
Büyük Halamın Eşi
Büyük Halam
Küçük Halamın Eşi
Küçük Dayımın Oğlu
...
Küçük Dayım
Küçük Halamın Kızı
Babam
Küçük Halam
Büyük Halamın En Küçük Oğlu

Kadir gecesinde ruhlarını yâd ve şad etmeye çabalarken düşündüm. Böyle gecelerde düşünmek iyidir. Tanıdıklara ve arkadaşlara hiç girmedim ama akrabaların bir hayli kısmı göçmüş öbür âleme. İçlerinde ağabeylerim, ablalarım, yaşıtım ve arkadaşım olanlar da var.

Derler ki; "Tanıdıklarınız hangi âlemde daha fazlaysa siz de oraya yakınsınızdır". Gerçi benim tanıdıklarım henüz bu âlemde bir kaç kişi daha fazlalar ama bedendeki kâlp denen makinenin nerde, ne zaman stop edeceği belli olmaz.

Yine derler ki; Bütün mahlûkat (ister, istemez) onu tesbih eder ve "Ömrünüz kalbinizin atarken zikredeceği "Allah" kelamı ile sınırlıdır". Gönül ister ki şükrümüz de, zikrimiz de bol olsun...

Yine derler ki; "Selam ve dua" ile.
Biz de diyelim...

15 Eylül 2009 Salı

Ramazan özgürlüktür..


Ramazan, öyle sağda solda mangalda kül bırakmayanların, kuru sıkı salladığı gibi özgürlükleri kısıtlayan, sosyal hayatı daraltan değil bilakis genişleten, ferahlatan ve özgürleştirip, güzelleştiren bir aydır.

Ben küçük bir kasabada büyüdüm. Öyle bir kasaba ki; belediyesi bile kurtuluş günlerinde işe yarar tek makinesi olan kepçesini gösterirdi geçit törenlerinde. Sanki Yunan'ı denize kepçeyle dökmüşüz gibi. Küçük yerler ilginçtir. İnsanlar boş şeylerle vakit öldürürler. O yüzden, kasabada bir inşaat olmaya görsün herkes iş makinelerini izlemeye başlar. Akıl yürütür. Fikir verir. Birbiri ile tartışır.

Ben de Ramazan'ın yaza denk geldiği günlerde arkadaşlarla çokça boş vakit bulurdum. Hele bir de okullar, şimdi olduğu gibi tatilse değme keyfimize gitsin. Yapamadığımız ne varsa Ramazan'da yapardık. Gece sokağa çıkma yasağımız olduğundan, ailemizden sadece gecelerde teravih için izin alabilirdik. Allah affetsin ilk izmarit tüttürmeye de Ramazan'da başlamıştık.

Benim hastalıklı bir bünyem vardı ve top oynamam yasaktı. Denize, havuza girmem yasaktı. Ama kim dinler. Sıcak Ramazan günlerinde kahve önlerindeki havuzlara sokardık kafamızı. Islar ıslar güneşte kuruturduk saçlarımızı. Teravihe gidiyoruz diye çıktığımız gecelerde; ilk 4 rekâttan sonra camiden kaçar, sokaklarda davulcular gibi yağ tenekelerinden davullar yapar çalardık.
Komşu evlerinin zillerini basar, kapıya çıkmalarını bekler sonra kaçardık. Namaz kılmayı da, namazdan kaçmayı da hep Ramazan'larda öğrendik.

Büyükler genelde Ramazan'larda daha çok yaramazlıklarımızı hoş gördüler. Büyüklerin arasına karışıp, sosyal hayata dâhil olmayı, adamdan ve kadından sayılmayı hep Ramazan’larda yaşayıp, öğrendik. Adım adım her Ramazan biraz daha büyüklerin arasına karıştık ve kaynaştık.

Diyeceksiniz ki "Hacı ne iş? Onlar eskidenmiş. Şimdi millet çocuk yaşta neleri öğrenip, yaşıyor." Olabilir efendim. Biz böyle gördük, böyle yaşadık. Büyüklerin arasında söz söylemenin de söz dinlemenin de erdem olduğu günlerde, toplum içinde böyle yer edindik. İnsanlar içinde böyle günlerde sevildik ve sevindik. Güzel insanların sohbetlerini, muhabbetlerini dinleyip gönül kumbaramızda şimdi kırıntısı kalmamış güzellikleri böyle günlerde biriktirdik.

Sözün özü: Ramazan Örftür, gelenektir, iyi huy ve güzel ruhtur. Manevi bir iklim, farklı bir güzelliktir. Esaret değil, bilakis yaratana teslim olanın dünyaya meydan okuyabildiğini (ruhuzun gücünü) ve özgürlüğünü gösteren örnek bir zaman dilimidir.

Ramazan iyidir, hoştur. Gerisi boştur efendim...

------------------------------------------
Hamiş: Kadir geceniz kutlu ve geleceğiniz u/mutlu olsun...

12 Eylül 2009 Cumartesi

Seni çok seviyorum


Ne yapalım şairsin ama bir naat yazmamışsın.Yazamamışsın.
Sevilebilecek en güzel insanı sevmişsen de ifade edememişsin. Kifayetsiz kalmışsın.
Otur derdine yan, nasipsizliğine ağla...

Yağmur şiiri ne güzeldir, hele M.Emin Ay'ın sesinden dinlemek.

Ve Arif Nihat Asya'nın naatını okumak (Hu, Hu lara karışsın amin'ler diyerek.) Onu da seslendiren oldu mu bilmem ama birileri okumuş şiiri. Hani benim muradım bir şiir gibi değil de ilahi kıvamında, tadında dinlemek.
Okumalı dinlemeli...

VE söz açılmışken, bizim Ray Charles'imiz sayabileceğimiz Kani Karaca'yı da rahmetle anmalı bir de Bülbül Hoca namı ile anılan İsmail Doruk'u dinlemeli...

Ey! sevilebilecek en güzel erkek.
Ey! insanların en güzeli, ben seni çok seviyorum...

10 Eylül 2009 Perşembe

Kelimeler ve Kavramlar

Kuyruk acısında yayınladım. Google search'de biri bir şey merak etmiş "çocukken şu günah, günah sayılır mı?" diye. Ben hoca değilim ki ne diyeyim ama o kardeşimiz mükellef ne demek bilseydi soruyu bile sormazdı. Buluğ çağı ne demek bilseydi. Cevabını merak bile etmezdi.

Mesela ben eskiden mümin ve münafık kavramının içeriğini tam bilmezdim. Mümini günah işlemeden cennetlik işler yaparak cennetlik olan kişi. Münafığı ise günah işleyip bir müddet cehennem azabından sonra cennetlik olan kişi olarak bilirdim. O yüzden de bu kavramı öğrenmeden önce "mümin olamazsak da münafık bari olalım" derdim çocukken oysa öğrendim ki münafık dini inancında samimi olmayan, göstermelik veya menfaat icabı müslüman görünen kişi demekmiş.

Hepimiz yarım yamalak Türkçemizle bile dini konularda ahkâm kesiyoruz. Aslında her konuda bunu yapıyoruz ama din daha kolayımıza geliyor. Günahı, sevabı, ayetleri, hadisleri "bence" diyerek kolayca yorumluyoruz. Hele elimize bir meal geçmişse onca din alimini tek kalemde silip, ben okudum böyle böyle yazıyor diye ahkâm kesiyoruz.

Oysa kelimeler ve yüklendikleri anlamlar eğer literatürde yer almışlarsa farklı bir anlam kazanırlar. Örneğin Türkçeye geçen bazı ifadeler orijinallerini tutmaz. Faiz kelimesi gibi alıverişte fiyata eklenen kâr payı demektir Arapça orijinali, bizim günah kabul ettiğimiz faizin adı ise dini terminolojide ribâ'dır. Emeksiz kazanılan para manasına gelir.

Aynı şey mahrem namahrem içinde geçerlidir. İnsana mahremi helaldir örneğin. Ama namahrem sözü bazı yerlerde tam tersine na mahrem yerine kullanılır.

Her insan ilgilendiği konunun en azından terminolojisini bilip konuşsa, daha az hataya düşer gibime geliyor. Hele konu din'se ve Maşallah hepimiz o konuda bol keseden sallıyorsak. Hele bu konuda sahabe bile uyarılmışsa...

Aman! diyorum...

-------------------------------------------
Okumalı: Yusuf Kerimoğlu- Kelimeler, Kavramlar

4 Eylül 2009 Cuma

İbadete Muz Karıştırmayın

Belki biraz yaş ilerledikçe nostalji sarıp sarmalıyor insanı ama bildiğim şu ki, insanoğlu birçok şeyin kıymetini kaybedince anlıyor...

Bir an önce büyümek isterken yaşadığımız çocukluğun o masum yanı bir daha uğramıyor semtimize. Siyasal düşüncesi ne olursa olsun gençliğin o idealist ve devrimci yanının yerini daha çok kazanma ve bir şekilde hayata tutunma çabası alıyor. Romantik aşkların yerini akılcı ve maddiyatçı beklentiler alıyor.

Bir yaz mevsiminde arkadaşlarımızın arasına genç idealist bir imam da katıldı. O bizimle gezmeye çıkar oldu geceleri, biz de sabah namazında onunla buluşmaya başladık...

Hilye-i Şerif okuyordu bize.
Biz de dinliyor ve dinlediğimiz her cümleden Âlemlerin efendisini gözümüzde canlandırmaya çalışıyorduk. Çok da hoşlanıyorduk bundan. Sonra bir ödül ve ceza olsun diye bir kural belirledik. O gün geç gelen veya hiç gelmeyen 1 kg muz alıp diğerlerine ikram ediyordu. Önceleri hoş sohbet içinde devam eden bu durum, bazılarımızın muz borcu arttıkça keyfimizi kaçırmaya başladı.

Muz borcu artanlar bir süre sonra hiç gelmemeye başladılar. Biz muz cezasınıda iptal ettik ama artık o grubu bir daha toplayamadık...

Diyeceğim o ki; bu tip küçük cezalar başta iyi gibi görünse de sonunda işin tadı kaçabiliyor. Siz siz olun ibadete muz karıştırmayın...

Hamiş: Olsun!
Ben yine de o günleri özledim. Bu da meselenin başka bir yüzü...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Burhan ÖCAL sahurda bizdeydi


Evet, inkâr etmiyorum. Kıro bir yanım var. Hem iyi ve güzel şeyleri seviyorum, hem de alışkanlıklarımdan vazgeçemiyorum. Ramazan davulu örneğin. Herkes rahatsız oluyormuş umurumda olmaz. Ben severim arkadaş...

Aynı sıkıntı zaman zaman ezanda da yaşanıyor ve insanlar tartışıyor bu konuyu. Aslında çözümü o kadar basit ki; Pazarda "patiz var, domat var" diyen pazarcıların yaptığı gibi kalitesiz hoparlörlerle, makam bilmeden, kıraat bilmeden aklına gelen hacı amcanın okuduğu ezan olmuyor tabi ki. Ezana tepki duyan arkadaşların bile güzel sesiyle Hafız Burhan tadında bir müezzine ve kaliteli bir ses sistemine hayır diyeceklerini sanmıyorum.

Bir fıkra var: Osmanlı paşalarından birinin konağının yakındaki mescitte bir müezzini varmış. O kadar kötü bir sesi varmış ki; paşa tüm kibarlığına rağmen dayanamamış ve maaşına da zam yapıp, terfi bahanesi ile müezzinden kurtulmuş. Gel zaman git zaman, bir gün sarayda görmüş müezzini. Hoş beş konuşmuş ayaküstü ve müezzin hikâyesini anlatmış.

Sizden sonra şansım açıldı paşam demiş. Vezir-i Azam (Başbakan'ın) müezzinliğine kadar yükseldim. En son padişahın mescidine atadı o da, maaşıma zam yapıp. Padişah efendimiz de yine maaşımı arttırıp, kendi memleketimin insanlarına hizmet etmem için gönderiyor.

Paşa gülmüş. "Keşke, ben padişah efendimize ömrüm boyunca hizmete etmek isterim deseydin , daha yüklü bir zam alırdın" demiş.

Davul da böyle...
Çocukluğumda yaşadığım kasabada bir amca vardı. Öyle güzel manilerle, öyle ritmik çalardı ki davulu. Biraz merak, biraz da bize ne zaman gelecek kıskançlığı ile beklerdik onu. Babam yüklü bir bahşiş hazırlar ama bana: Biraz bekle öyle ver, tadını çıkaralım derdi. Hatta parayı verirken biraz daha davul çalıp, mani söylemesini isterdik. "davulumu çaldım geldim, 11 aylık yoldan geldim / iki gözüm İbram abim, seni uyandırmaya geldim" Offf be! Sanki yavrum kuzum diye annem gibi öperek uyandırıyor mübarek. Yaşıyorsa Allah uzun ve sağlıklı ömür versin davulcu Hasan amcaya.

Efendim bazıları buna rağmen "ay! yine mi davul sesi gece yarısı" diyebilir. Onlar da hoş görsünler bir Mart ayı geliyor da kedi miyavlamasından uyuyamıyoruz sabahlara kadar. Biz evinde kedi besleyenlere bir şey diyor muyuz? Hem belki davullarında çiftleşme mevsimi gelmiştir. Olamaz mı yani, hoş görün işte...

Dahası, ben size davulcu Hasan abiyi getiremem ama bir ara belediyeler imtihanla alıyordu davulcuları. Hani kapınızın önünde Burhan ÖCAL davul çalsa, sonra sahura da size yemeğe kalsa. Şöyle, o canım parmaklarını davullara, tumbalara dokundursa. Ne yani, Ramazan davulu illa dan, dan dan çalınacak diye bir şey mi var?

Sonra da başlasa mani söylemeye:
"Ne uyursun, ne uyursun? Uykularda ne bulursun, İki gözüm İbram abi Ramazanın mübarek olsun"