27 Şubat 2010 Cumartesi

Acemaşiran


Sevgili günlük
kalkamam dedim ama zoruma gitti
biz eskiden böyle değildik ki
sabahları erken kalkar
sabahçı kahvelerinde fırından yeni çıkmış sıcacık pidenin yanında yudumlardık çaylarımızı

kalk dedim oğlum!
böyle olmaz uykuda olsa yenilmemen gerek
gerçi kuşlar da yardım etti kalkmam için
yine de elimde çalar saat öylece uyumuşum bir süre daha.

aslında sokağa çıkınca biraz mahcupdum
benden erkenciler vardı
zaten ben "hep erken yada geç kalırdım hayata."

şöyle bır adımlayayım kasabayı
sabah sabah şu tatlı su akan çeşmede
avuçlarıma tatlı bırkaç yudumda alayım senı kimseler yokken

hayret çarşıda eskiden sabahçı lokantaları açık olurdu.
ya, ben şimdi çorba içmeden mi gidip eve yatıcam.
yatmak mı yatmamam gerek
iyi de gece de uyumadım doğru dürüst
Olsun Türk milleti çalışkandır.

hımm bak buldum işte
elleri sarmısak temizliyor ustanın.
Sarmısak kokulu ellere umutsuz soruyorum
-usta çorban hazırlanmadı mı daha..
hazır hazır gel..

girdım içeri ocaktaki ne çorbası sormadım ki
yaz serınliği henüz ama içimi ısıtacak birşey olsun da.
Aa kelle geldı sirkeli terbiyeli
keşke yumurtayla da yapsaydı terbiyesini az da yanına biber turşusu
Allaah. klasik Türk mutfağı geyiği
Ağzı çorba kokan bir milletiz hala Tansu annem.

İşler nasıl usta diyorum,
ya dıyor kimse kalmadı ki sabah gelen
geçen yıla göre bile yarı yarıya azaldı. evet haklı
ben çorbamı içene kadar da kimse gelmedi
Ey halkım sabahları çorba içmiyormusun..
ben bıle içiyorum uyuma halkım
sen de uyuma can dost.

zaten üzgünüm kalkamam dedim diye.
uyan günlüğüm uyan.
kasabalı karabasanın geldi

şimdi çorbamızı içtik 5 lira verdim
usta geriye 3 çevirdi
demek ki sabah bir porsiyon çorba 2 lira
yine birşeyler öğrendin oğlum şanslısın ve de bahtiyar
1 bardak çay kaç para acaba? "sabah fiatı yani" onu da öğreniriz
iyi de sen nerden çıkardın sabahları çayın ve çorbanın fiatının değiştiğini..
Ne bileyim abi burası Türkiye.

selam verdım
kahvede 3-5 kişi. selamımı aldılar
ya bunlar hep ihtiyar delikanlı.
merhabaa dediler sıradan. merhaba abisi merhaba
ya ne güzel eskiden imrenirdim
ihtiyarlar kendı aralarında böyle yapardı.
Ama bana da dediler, bende mi ihtiyarladım acaba.

oysa ben
sabahleyin çiğ damlasını taze bahar kokusunu
kuş seslerini duymak ve birde seni*N*için uyandım

sabah baktımda 5 ila 9 arasında
koca bir 4 saat ben boşuna yaşamışım yıllardır
noldu bana ya...

neyse bir bardak çay kırk bin liraymış
kasabalar da çay ucuz olur
hayatı gibi ınsanların
ya büyük şehirde yaşasam mesela İstanbul'da

Aslında bunlardan çok fazlasını da öğrendim
bir kere oduncu Ahmet ağa o odunları ihtiyaç ayaklarına kesip getirmiş
Üç yılda zor satmış. yoksa ticari dese izin vermezlermiş
üstelik traktörcü Hasan'ın da kendi kabahati
binlira yeter demiş nakliye, traktör başına
-kendi aptallığı az istedi dedi adam.
düşündüm adam haklı.

sonra şöyle birşey en son bir adam tutmuş
incecik incecik mangallık kıydırmış bir traktörünü kendine
üstelik işçi parasını bile oduncuya ödetmiş.
Ehlikeyf Hasan yahu çıtır çıtır odun
bence oduncu kesin haklı üstelik traktörcü de burda yok.

sonra biliyormusun
uçakları bağlarlarmış o kalın halatlarla rüzgar alıp gitmesin diye
Amerika'dan ne paralar verip getırmişiz
iyi ki Amerika varmış.

ya kelebekleri neden bağlarlar?
O halatlarla bir kuyunun içine birşey bağlayıp atsan
elli sene sonra çektin mi sapasağlam çıkarırmış.
beni de böyle assana incir dalına.
hava çok rüzgarlı olursa üç halat bağlanıyor bir uçağa.
ben hep gemileri bağlarlar sanırdım
iskele babası derken başka babalar da görmek varmış nasipde

güzel sohbet yahu sevdim
elimde çayın üstü demir onbinlikle oynarken aklıma geldi.
bu gün ödemeler var para kazanmalıyım bende.
iyi de sen niye aklıma geliyorsun.?
gel tabi de ama uslu dur bıraz.

Offffffff ! caddeler boş ama hava güzel.
kuşlara bak, yıllardır aynı güzel şarkı.
Bilmem ki hiç mi unutmazlar
bir kuş kaç yıl yaşar şiirannem.?

ya ben, sence ben kolay ölürmüyüm. hayalimdeyken sen...
Sabah sabah hüzün yok oğlum! düşün hele, uyuduğun zamana yazık.

sen klasik bır Türk'sün.
bir de Light ve Gold'u oluyor bunun
Light'ının sakalı ve bıyığı olmaz herhalde. Fatih Sultan Mehmet light mıydı gold mu
Ya, soft u o da olur mu ki. şşştt suss be güpegündüz düşüme girme
delii.... köfte hor seni..

bak dükkana doğru geldim kumrular selamladı yine
yuvadan yeni kalkmışlar
birazdan yavrular da uyanır
peki ama şurdakinin eşi nerde?

hımm evet gördüm o da birşeyler arıyor rızk endişesi işte
biraz ekmek kırıntısı mı alsaydım lokantadan cebime..
hadi be ağzın çorba kokar senin. şiir softtur oğlum.
ağzım ne kokacak supangle mi.
ne bileyim abi?

bak bu bir günlük öyküsü sabahın
sen her sabah erken kalksan neler yazarsın kımbilir.
öyle haklsın da gece uyuyamıyorum ki sensiz, sabah kalkayım.

son birşey daha öğrendim
bu traktörcü var ya abi
Sosyalistmiş.
Sosyalistler yaramaz abi
öyle dedi ihtiyar amcam sosyalist se at gitsin yaramaz
gerçi o da sende yürü İran'a diyormuş ama
Amcam diyor ki İran zaten hapı yutmuş
bu memleket İran olmaz ama İran bu memlekete benzeyebilirmiş bir gün.

İyi de İran'da mollalar sevmez mi abi!.
ki fidanları kessinler
Peki neden eski şiirler Farsça?
neden peki "Acemaşiran?"
...
ya Prag'da bahar..?

Melike'yi takdimimdir

ERKAN BAL

Efendim bendeniz sayın Başbakanımıza her konuda muhalif yazarlardan olmadığım gibi her konuda amma da doğru söyledi diyenlerden de değilim. Zaten bu yazının başbakanımızla tek alakası şu "yapabileceğin kadar çocuk yap meselesi" aynen katılıyorum efendim. Her insan evladı yapabileceği kadar çocuk sahibi olmalı.

Bırakınız öyle aile planlaması laflarını "ancak kendi neslinizi kurutursunuz" kimse de sizi dinlemez. Azaldığınızla kalırsınız efendim. Bir kere bu yazı dizisi apolitik. O yüzden kimse politik yorum yazmasın. Cevabım yoktur efendim. Varsa da yoktur yani.

Şu dile getirdiğim çocuk meselesine bütün hanımların itirazlarına da boynum kıldan incedir. Biz erkekler kendi bebeklerimizi kendimiz doğuramadığımız müddetçe bu konuda başımız önce olup gıkımız çıkmayacaktır. Tabi sadece doğurmaktan söz etmiyorum. Canından bir parça gibi onu bu dünyaya gelmesi öncesi bedeninde taşımak ve sonrasında da büyütmekten. O yüzden 8-0 falan mağlubuz efendim. Adam gibi susarım bu konuda gıkım çıkmaz. Öyle cenneti kimsenin ayağının altına kolay kolay vermezler. Ana diyorlarsa vardır bir sebebi. Susalım efendim susalım.

Benim itirazım aile planlaması konusunda ahkam kesen erkekleredir. Eğer ırk temelinden olaya bakıyorlarsa ona da bişi diyemem efendim. Siyasi bakışınızdır ama başkalarının çoğalması ile uğraşacağınıza kendi azalmanıza çare bulun der susarım.

Ne demiştik baylar. Yapabileceğimiz kadar çocuk yapıyorduk değil mi. Tabi hanımların yüksek müsadesi ile. Bu sözümü de tavşan kulaklarınız ile dinlemeyiniz lütfen "Gecenin 12sinde ben bu yazıyı yazarken klavyemin dokunmadık tuşunu kulağımın çekilmedik, ayağımın gıdıklamadık yerini bırakmayan ve şu saatte baba çişim geldi annem olmaz sen aç tuvaletin lambasını diyen bir kıza -peki diyemeyecekseniz siz de ilgilenmeyin bu tavsiye ile"

Olayımız sadece 5 yıllık kalkınma planlarınıza almasanız da ve hayatınıza her 10 yılda bir tad katmanız ve dünyada size verilen en büyük armağan olan çocuktan kendinizi mahrum etmemenizle ilgili...

Evet Şimdi Melike ile tanışma zamanı...

Melike Benim ömrünüm sonbaharında Allah'ın lutfu ile yetiştirdiğim bir çiçek. Aynı zamanda ileri yaşlarda çocuk sahibi olmanın çok da hoş olduğunu söyleme sebep olan bebeğim... Şu an 3.5 yaşında Nisan da 4 olacak.(Yazı serisi eski tarihlidir efendim Melike artık 5 yaşında 6 olacak) Bu günlerde Melike'yi Teyzelerin en güzeli diye seviyorum. Çünkü bir kızımız daha var. Daha doğrusu torunum. Elif...
O da 5 aylık oldu... Yani Melike 5 aydır teyze... Hım bir de Yasemin var. Melike'nin işkence gören oyuncak bebeği:) Çocuğun ne yolunmadık saçı, ne oyulmadık kaşı gözü kaldı:))

Bu öykü böyle başlıyor... Ailede herkes bir kahraman ama bu öykü Melike(kızım), Melike'nin babası(ben) Elif (torunum) ve oyuncak bebeğimiz Yasemin... sddddddddddd444444444444444 "bu satırları ben yazmadım-kızım çek elini"

Zaman zaman ailemizin diğer fertleri de konuk olabilir tabi ki yazılarımıza ama başrolde Melike olacar zaman:))

dokmemrewşfornfnfıornmpotıgjtut590dddddddddddddddddddsddfaGE....

Arkası Melike'den sonra :))

Müsadenizle...

Seni de aklımızda tutuyorduk

Melike’m artık büyüyor. Daha doğrusu 4 yaşına yaklaşıyor. (Şu an 6 oldu ama bu yazı 4 yaşından önce yazılmıştı.)
Bebeklikten çocukluğa geçiş sürecinde dikkat etmeye çalıştık ve gördük ki; bebekken her ayda doğum gününe yakın yeni bir takım yetenekler kazanıyor çocuklar.

Bir bebeği izlerseniz bunu fark edebiliyorsunuz. Tabi o bebek kendi bebeğiniz olur da gözünün içine bakar durursanız daha iyi algılıyorsunuz bu değişimleri.
dsc02008

Melike’m
de çocukluk döneminde en azından her ay olmasa da birkaç ayda bir gözle görülür değişiklikler yaşıyor. Bu günlerde cümle kuruşları düzeldi. Hızlı konuşmaya çalışınca arada bir teklese de hafızası gayet iyi şükürler olsun. Zekâsı da.

Olumlu olumsuz örneklemeleri, kelime benzerliklerinden ya da eş anlamlı kelimelerden yaptığım laf cambazlıklarını ayırt edebiliyor.

Tek sorunu büyümek.
Birden büyümek istiyor. Küçüksün denmeyi artık hakaret sayıyor. Geçenlerde bu yüzden bana küstü. Çekilip bir köşeye hıçkırarak neler neler söyledi.

Küçük diyormuşum da. Sevmiyor muşum da. O kadar büyümüş görmüyormuşum da.

Artık büyük kızım diyorum. Her yemekten sonra göz ve el kararı boyunu ölçüyoruz.

Dün akşam dedi ki:
- Ben neden sen kadar büyüyemiyorum baba?
Ben de ona birden büyümenin hiç de iyi bir şey olmadığını. Anaokuluna gideceğini az daha büyüyünce abla olacağını, daha büyüyünce büyük abla olacağını, okulda ders çalışacağını, top oynayacağını bu yüzden de büyümek için acele etmemesi gerektiğini anlattım.

Bu hoşuna gitti ve artık birdenbire büyümek istemiyor. Zihninde biçimlendiremediği bazı şeyler de var tabi. Ölen dedesinin neden öldüğünü (hiç görmedi) bilemiyor. Dedesini hiç görmediği halde özlüyor.

Ben de torunumun dedesi olduğumu bu yüzden dede’lik mesleğini bildiğimi, isterse Melike’me de Dedelik yapabileceğimi söylüyorum. Pek tatmin edici bulmasa da bu onu teselli ediyor. Hele bir de sesimi değiştirerek:
-“Gel bakalım yanıma sevgili torunum!” diyerek seslenirsem.

Bir başka soru yüzünden Melike’m anneme soruyor:
Babaanne babam nasıldı çocukken?
Annem eliyle gösteriyor.
Şu kadardı.. Küçücüktü
Melike gülerek çığlık atıyor:
Ha ha ha baba benden bile küçükmüşsün?

Zihninde cevap bulamayan sorulardan birisi de şu:
- Ablam (23) Abim (21) ve ben (3) diyor annesine. Senin 2 elin var.
Bizi çarşıda gezdirirken bir elinle ağabeyimin elinden tutuyordun, bir elinle ablamın elinden tutuyordun, beni nasıl tutuyordun?

Anne cevap veremeyince bu zor soruyu bana havale etti.
- Git babana sor.
Benim ise cevabım çoktan hazırdı:
—Seni de aklımızda tutuyorduk!

Melike’li günler, güzel günler. Hayatımıza anlam katan günler. Allah tüm anne babalara evlatlarının sağlık içinde büyüyüp; anne baba olduklarını da göstersin inşallah…

Biz birazdan uykuya gideceğiz. Uyumadan önce ne mi yapacağız?
-“Yorgan kılıfından denizler yapmak” sonra içine girip yüzme öğreneceğiz.
Tabi dalga efekti de… Belki cep telefonumuzu da açar su altı belgeseli bile çekeriz…

Ömrümün ahir zamanlarından soğuk kış gecelerimi bir çocukla şenlendirdiği için Yüce Tanrı’ya çok teşekkür ediyorum. Allah hepimize hayırlı evlatlar nasip etsin. (ÂMİN)

dsc02016

26 Şubat 2010 Cuma

Aşk olsun bir aralık

ERKAN BAL

Aralık caziptir, çekicidir, ilginçtir. Çünkü adı üstünde aralıktır. Hayal gücünü kamçılar, zihni taze ve güçlü tutar.

O yüzden Yeşilçam filmlerinde alnından öper sevdiklerini kahramanlar... Kaşlarının ara-lığından. O yüzden yarinin yüzünde bir gülümseme, dudaklarında belli belirsiz bir ara-lık beklersin.

Aralık caziptir, seksidir. İnsanın aklını karıştırır.

Açık bir kapı, kadar kapalı bir kapı da çekmez ilginizi.. Ama aralık bir kapı istemeseniz de gözlerinizi çeker. Yoldan geçiyor bile olsanız. Bir aralık bakıverirsiniz kapı aralığından.

Aralık, kadını en çekici, en vamp kılan kıyafetleri de üzerinde taşır. Bir göğüs penceresi, derin yırtmaçlı bir etek dekoltesi, hatta bir örtünün altından gözüküveren zülüfleri sevgilinin ve emeği sevdiklerine ekmek yapmış işçi kadınların nasır ve çatlaklarla aralanmış öpülesi elleri, gerçekten aşığın aklını başından almaya yeter de artar bile.

Aralık seksidir demiştik değil mi?..
Aralık aşk kokar aslında, seksten çok daha fazla.

Gizli sevdalar, iç çekmeler, kavuşamamalar ve geçmiş bir yılın hüzünleri ile gelecek yıla ait özlem ve umutlar barındırır içinde...

Yılın son ayıdır.
Bir şeyleri bitirir bazen Aralık. Bazen de başlatır, yeni bir gündüzden önceki karanlık gibi: siz onu son sanırken, o içinde doğacak güneşi gizler.

Eski sevdaları, kapanmamış hesapları bitirir kimi zaman.

Ya da "herşeyi unutalım" yeniden başlayalım denilen bir mevsimin habercisi olabilir.

Aralık'ta sönen ocağınız belki Ocak'ta yeniden daha alevli tütebilir... Od unu siz olduktan sonra.

Şşşt! kapım Aralık!...

Gel!..

Aşk'olsun 1 Aralık....

(* bu yazı 1mkalem'in Aralık dosyası için 2008 yılında yazılmıştır)

23 Şubat 2010 Salı

Bahar gelirken teknolojiden uzakta bir tatil hayali


Alacağım 3–5 koyun çıkacağım dağlara, kaval çalıp, koyun otlatacağım.

Bu sözlerin telif hakkı Hasan kardeşimize ait ama teknoloji ile uzun yıllar boğuşan her meslek erbabının hayalidir diyebilirim. 42’sinden sonra 3ncü bir çocuk sahibi olup, 46ncı yaş gününe dede olarak giren bendeniz de fena halde bu ruh halindeyim.

Baharın yüzünü henüz gösterdiği, kışın daha Mart kapıdan baktırır durumlarında olduğu şu günlerde bendeniz erken gelen bir atın beni denizlere veya ver elini çıkalım dağlara durumlarındayım. Ama şairin dediği gibi “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey-ler- var

1ncisi yüzme bilmiyorum. Bu yüzden ıssız ada hayalim tamamen suya düşmüş durumda.

2ncisi uzun aylara ve ayın her çeyreğine yayılmış kredi kartı ödemelerim var, öyle tatil ayağına kaybolmam çok zor.

3ncüsü yıllardır bu işi yapıyorum ve arayıp, soran işini mutlaka benimle yapmak isteyen müşterilerim var.

4ncüsü fena halde teknoloji bağımlısıyım. 13 yıldır günde 13 saat bilgisayarla içli dışlı olan bir adamın pat diye 3 koyun aldım, çayıra saldım demesi zor. Issız bir adaya düşsem yanına ilk alacağı şey Wi-fi si çalışan bir dizüstü bilgisayar olan kişiyim.

5ncisi Allah’tan sağlık devletten aylık diyecek memuriyetim olmadığı gibi emeklilik yaşım da henüz gelmedi.

6ncısı bana ilk adımı attırmak çok zordur. Çok zor karar verir, kolayca vazgeçerim tatilden.

7ncisi artık ben bir dedeyim. 3 yaşındaki kızımı yanıma alsam da torunumu zırt pırt görmeden duramam. En azından cep telefonu kapsama alanında olan bir yere gideyim bari.

8ncisi öyle hanımın yapmadığı yemekleri yiyemem. Mutfak seçerim efendim. —Izgaralar hariç-

9ncusu koyun yünü kırpmayı, sütünü sağmayı da bilemem. Kaval çalacak olsam müzik kulağım da, dilim de berbat derecede kötü…

Bütün aşamaları geçtik. Ama şu koyun kuzu alıp dağlara çıkmak yerine “denizlerin kumuyum projesine” katılsam diyorum ama o da zor. Öncelikle çocukluğumda yüzme bilmezken profesyonel bir yüzücüyü boğulmaktan kurtardığım bir kahramanlık öyküm var. O günden beri diz kapağımı geçemiyorum.


Sonra uzun zamandır masa başı çalışmaktan olsa gerek, tüm eklemlerim tutulup ağrıyor. İyisi mi ben kaplıca otellere bir göz atayım dedim, e fiyatlar sahilleri geçmiş maşallah. Yani görünen o ki hamama giren terler vaziyetlerindeyiz.

Arabayı satmıştım, aldık bir tane şükür onda bir sorun yok. Klimamız yoksa da camı açarız idare eder. Tüpümüz de ruhsata işli demek ki trafik canavarından başka korkulacak bir şey yok.

Müzik ruhun gıdasıdır. Şu radyo yayını yapabilen mp3 çalarlardan bir tane alıp, çakmaklığa taktık mı tamam.

Şimdi oralarda sivrisinek vardır yoksa da ben gidene kadar gelirler nasıl olsa. Mübarekler de beni bulur hep, napsak ki? Bir sinek kovucu almak lazım. Cep telefonuna da mosquit (*) yüklemeli. Ekstradan bir de kene paniğimiz var.

Anlaşılan o ki şu teknolojiden uzak yaşama hayalinin kısa bir tatilini yapmak bile mümkün olmayacak. Zaten yurdum insanı derelere balık tutmaya gidip, yağmur yağıyor diye şemsiyesini açıp, cep telefonu ile konuşurken telef olmuyor mu? Oluyor.

Ya şimdi ben tatile giderken otomobil yolda bozulursa? Mp3 çalarda kaç parça olacak ki zaten. En iyisi Laptop’u da yanımıza alalım. Hatıra kalmalı gezip görülen yerlerden Dijital fotoğraf makinesini yanımıza almadan da olmaz. Maçlar da var yarabbi, inşallah gittiğimiz yerlerde şifreli kanallar çekiyordur. Aile hattı için Vodafone, çekmeyen yerlerde çeksin diye Turkcel'li cep telefonumu almalıyım. Bir çift hatlı telefon alamadım gitti.

Tatilde okumak için yanıma birkaç kitap bari alayım. Nihat Genç’ten “Veryansın”'ı pdf olarak bilgisayar’a mı atsam acaba? Okuması daha kolay mı olur?

Aman ya, aman kardeşim ya…
Evin bodrumu buz gibi serin, iyi kötü müstakil bir evimiz ve kocaman bir arka bahçemiz var. İçinde meyve ağaçları ve küçük bir havuz, kızım için salıncaklar ve küçük bir şişme havuz, karşıki inşaattan da 2 kova kum getirttim ince elenmiş. Çocuk kumdan kaleler yapsın diye. Dondurma firmalarından da birkaç şemsiye araklamalı. Birkaç plastik sandalye de koyduk mu iş tamam.

Cep telefonu kapsama alanında, hem mp3’de çalar. Bahçe evin arkasında, ev zaten dükkânın üstünde. Ne benzin harcarsın ne de tüp. Mangal, barbekü ne zaman canın sıkılırsa hazır ve nazır. En yakın piknik yeri ise yürüyüş mesafesinde. Büyük şehirlerden uzak, küçük bir ege kasabasında yaşamanın en büyük lükslerinden birine sahip adamın tatil rüyası mı olur kardeşim…

Boş verin siz de benim gibi.
Bir ağaç altı buldunuz mu, yatın gölgeye… Serinleyin…
Küçük bir kasaba da bile teknolojisiz tatil bir hayal…
Bizim meslekten emeklilik ise tam bir rüya…

(*) mosquit = bilgisayar ve cep telefonlarına yüklenebilen sivrisinek kovucu olduğu iddia edilen bir yazılım.

21 Şubat 2010 Pazar

Henüz aşık olamıyorlar



Teknolojinin nimetinden midir külfetinden midir, bilinmez ama bir silah olarak kullanılma boyutu da var.

Eskiden bilim kurgu yada james bond filimlerinde gördüğümüz bir çok özellik bugün sıradan şeyler haline gelmiş durumda. Hani delikli demir icad oldu mertlik bozuldu derler ya, günümüzün delikli demiri de teknoloji olsa gerek..

Neler mi yapılıyor?
Uzunca süredir biliyorsunuz gece görüş dürbünleri ve termal kameralarla istediğiniz bir bölgeyi veya kişiyi izlemek mümkün. Türkiye'nin K.Irak sınırına asker kaydırdığını amerikan uyduları an be an görebiliyor mesela.

Dünya üzerinde herhangi bir bölgenin haritasını ordaki evlerin penceresine kadar uydulardan izlemek şu an siviller için bile mümkün. Özellikle bu konu teroristlere kaynak sağladığı düşüncesi ile eleştirilmekte. Yazışmalarınız notlarınız yüzlerce şifreleme imkanına rağmen ayrıca bir başka devlet tarafından ele geçirilip kullanılabilir şifreleri çözülebilir durumda.

Kitle imha silahlarının gücü kontrol altına alınmaya çalışılırken aslında daha keskin nokta hedefe isabet edip sivil kayıplarını azaltan ama sonuca götürücü küçük canavarlar icad edilmekte. Gerçi israilin yaptıklarını görünce acaba teknoloji yalan mı söylüyor yoksa israil kasıtlı mı sivilleri vuruyor diye sormadan edemiyorsunuz.

İnsanoğlu iki ayak üstüne dikildiği ve alet kullanmaya başladığı günden beri dünyada kendisi dahil bir çok canlının belalısı olmuş durumda. Global bir köy haline dönen dünya da artık herşey digital bir geleceğe doğru kaymakta. Teknolojinin bazen abartılan bu gücünün eksiklikleri ise hollywood sineması ile örtülmekte yine digital yalanlarla savaşı kaybedenler kazanmış gösterilmekte. Yalan haber kıtalar dolaşıp fitne fesat çıkarmakta kullanılmakta.

İyi ve kötü digital dünyada da savaş halinde; birileri durmadan daha öldürücü, daha yokedici, daha saldırgan daha egoist düşüncelerle teknolojiyi geliştirirken birileri de kan şekerinizi anında ölçen cihazlar, ameliyatları daha kolay ve başarılı kılan cihazlar geliştirmekte.

Bir yandan kapitalist dünyanın oyuncaklarına durmadan para akıtıp geleceğimizi ipotekliyoruz. Kişisel egomuzu okşayan birçok ürünü bilinçli bilinçsiz tüketiyoruz. Öte yandan bu aletleri en azından kullanmayı öğrenerek ileride bir çok sahada vasıflı, donanımlı hale geliyoruz.

Sözün özü içinde yaşadığımız çağın büyücüsü, sihirbazı teknoloji ve bilişim oldu. Bu konuda her türlü araç ve bilgi kaynağına ne kadar kolay erişirsek erişelim şunu asla unutmamalıyız; Tv nin karşısına oturtup yetiştirdiğimiz çocukların yerini bilgisayarın karşısında kendiliğinden oyun oynayarak yetişen çocukların almış olması çok bir şey değiştirmeyecektir.

Erdemli, iyilik, güzellik duyguları ile dolu, sevecen, kişisel yetenekleri gelişmiş çocukları yetiştirmek yine makinalara değil biz insanlara düşen bir görev. Unutmayın makinaların bugün bile yapamadığı şeyler var.

Gülmek, ağlamak, sevinmek, üzülmek, aşık olmak gibi...

19 Şubat 2010 Cuma

İki arada, bir derede kalmak


Deyim tam düşündüklerimi anlatmıyor aslında. Hani iki dost arasında kalan bir insanı ya da iki cami arasında beynamazı anlatıyor değilim. Araf’ta kalmak deyimi düşüncelerimi tanımlamaya yeter mi, onu da bilmiyorum.

Anlatmak istediğim, insanın bir yanının geçmişin hesabı ile boğuşurken, diğer yanının olmadık hayaller peşinde geleceği kurmakla meşgul olması ve tam o esnada bugünü kaçırmasıdır.
Bugün sahip olduğunuz hayatı, bu hayata ait güzellikleri elinizden kaçırmayın. Ne dün yaptıklarınız ve yapmadıklarınızın hesabı ile kendinizi yiyip bitirin, ne geleceğin düşleri ile bu günleri heba edin.

Mutlaka insan dünün muhasebesini yapar. Yarının düşünü kurar. Ancak oralara takılır kalırsanız bugünü kaçırırsınız. Ülkemizde bugünü kaçıran insanların oranı azımsanmayacak kadar çoktur. Hep bir gün şöyle böyle yapacağım diyerek geleceğin dünyasını kurar kafasında ama bakarsınız o günler gelip geçmiş, yaş kemale ermiştir.

Veya düne takılıp kalanlarımız vardır. "Ah şunu yapmasaydım bu başıma gelmezdi." "Böyle yapsaydım şöyle olmazdı" derken bugün yine elden uçup gider. İşler ertesi güne ertelenir, yığılır altından kalkılmaz hale gelir. İnsan bezgin bir ruh hali ile kendinden geçer.

Oysa biz tüm bunlarla meşgulken kırlarda çiçekler açar, "bir gün pikniğe gideceğiz" diye diye bakmışsınız koca yaz 2 kere kırlara açılmamışsınız. Göçmen kuşlar gelmiş geçmiş, "bir gün ziyaretine gideceğim" dediğiniz hasta dostlar göçmüş, daha dün kucağınızdaki evlatlar çoktan yuvadan uçmuştur.

Ne yaparsanız yapın yaşadığınız zamanın kıymetini bilin. Ne gelecek kaygısı, ne geçmişin hüznü ile bugünlerinizi heba etmeyin. Gün gelip geçmekte ömür tükenmektedir. Sevdiklerinizin, birlikte hayatı paylaştığınız ailenizin, arkadaşlarınızın kıymetini bilin. Onları özleyip arayacağınız günler geldiğinde en azından hafızalarınızda yaşanmış güzel anılarınız olsun.

Dün asla geri gelmeyecek ve yarın belki biz bu dünyada olmayacağız.

18 Şubat 2010 Perşembe

Fal açıp niyet okumak üzerine


İnsan hayatı 3 kısa gün, o da çarçabuk gelir geçer anlamazsın. Bir döner bakarsın ki bitmeyecek sandığın ömür bitmiş bile. Belin bükülmüş, sırtın kambur olmasa da eskiden yapabildiğince onca işi yapamaz olmuşsun…

Gerçi gönül zor yaşlanır, hala bir çok şeye özenir, yapmak ister, cüret eder, dener sonra da burun üstü düşer kırılır. Yaşlandığının farkına varıp, ya kabuğuna çekilir, yada o yaşın farkında olarak tadını çıkarmaya çalışır.

Bazen de tam tersi olur. Yaşınız genç olsa da gönlünüz birden ihtiyarlar. Duvarı nem, insanı gam yıkar misali yıkılırsınız. En kötüsü de budur insan hayatında. Sağlığınız sıhhatiniz yerindedir ama eliniz kolunuz tutmaz. Bildiklerinizi unutur, kimi düşünceleri aklınıza bile getirmek istemezsiniz. Yapacağınız bir çok şeyi yapamaz, yapmaz, yapmak istemezsiniz. Şevkiniz kırılmıştır bir kere.

İnsanı böyle hallere genelde sevdikleri, tanıdıkları, bildikleri, arkadaşları düşürür. Daha doğrusu önemsedikleri, kıymet verdikleri eder insana ne ederse. Çok iyi düşüncelerle bir kelam ettiğiniz dostunuz öküzün altında buzağı arar ve bulur da. Çünkü o çok yetenekli bir niyet okuyucudur. Sizin aklınızdan geçmeyeni ; aklınızdan geçiyor kabul eder. Daha doğrusu kendi aklına gelen her türlü kem düşünceyi sizin de düşündüğünüzü varsayar. Böylece sizi hemen peşinen suçlar.

- Sen böyle diyorsun ama aslında…. diye sürüp giden cümleler kurar.

Üzülürsünüz, yıpranırsınız. İçinizden ben öyle biri değilim diye feryat etseniz de fayda vermez. Her hareketiniz böyle yorumlana yorumlana ya bıkar çeker gidersiniz o dostlarınızın limanından yada paranoyak, sinir hastası bir tip olup ilaçlara sığınırsınız.

Oysa insanın hasta ettiği bir insanın en iyi ilacı yine insandır. Dost diye yüreğinizi açacak, paylaşacak, yarenlik edecek insanlar ararsınız. Buldum dediğiniz kişi ertesi gün bir sözünüzü bir başkasına yetiştirir. İki kişinin bildiği sır olmazmış anladım der bu kez büsbütün içinize kapanırsınız.

Niyet okuyanların bir başka vasfı da çok iyi iğneci olmalarıdır. Laf dokundurmayı, laf sokmayı çok iyi bilirler. Hele bazıları öyle yeteneklidir ki zamanlamaları mükemmeldir. Sizin nezaketten cevap veremeyeceğiniz ortamlarda önce niyetinizi okurlar ve kendi kafalarına göre size bir kulp takarlar. Akabinde de insan içinde lafı kendilerince gediğine korlar. Oysa tam sizin yüreğinize kezzap döktüklerinin farkında değillerdir. Belki de farkında olup, hoşlarına gider bu durumdan zevk almayı da beceriyorlardır.

Ahirette görülecek her hesabın bu dünyada bir sağlaması daha doğrusu sebebi vardır. Kul hakkı dediğimizde nedense hep aklımıza bakkal defterlerinin veresiye hanesi gelir. Bakkala borç takıp üstüne yatmak da çok ciddi bir kul hakkıdır mutlaka ancak bir insanın niyetini okuyup yok yere onu suçlamak, yermek, eleştirmek, ona dünyayı zindan etmek, ruhunda derin yaralar açmak da kul hakkıdır.

Ödemeye kalktığınızda bu insana bir ömür borçlu olabilirsiniz. Zindan ettiğiniz bir hayat borçlanmış olabilirsiniz. Hesabınız görülürken tüm ibadetleriniz bir yana o kişinin kor gibi yanan yüreği bir yana koyulduğunda terazide çok çok hafif kalabilirsiniz.

Haydi gelin önce şu kalplerimizi bir yıkayalım. İnsanların niyetlerini okumaktan vazgeçelim. Söylediklerine inanalım (aldanalım demiyorum). Sevdiklerimizi ve bizi sevenleri üzmeyelim. Sivri dilli olmayı bir hüner kabul etmekten vazgeçelim. Yılanın da dili sivri ama kim seviyor o mübarek hayvanı. Oysa yılan bile niyetinize bakıp sizi sokmaz. Ya ürkütürsünüz, ya su yoluna çıkarsınız, ya üstüne basarsınız…

Kalplerimizi yıkayıp yuduktan sonra yüreğimizin ışıltısı dilimize de yansısın. Tatlı, dilli güler yüzlü olmayı becerebilelim. İnsanlar bizi gördüklerinde içlerinden ‘yine mi o’ demek yerine sohbetimizi özlesinler, yolumuzu gözlesinler. Nerelerdeydin be mübarek, yüzünü gören cennetlik desinler.

Olmaz mı?

16 Şubat 2010 Salı

Abartma Recep, din kardeşiyiz




—İki saat oldu daha bitmedi mi şu iş?

—Ya kardeşim saatlerdir burada bekliyorum.

—Bekleye bekleye ağaç olduk ağaç.

—Msn’yi açıyorum, yarım saatte çevrimiçi olmuyor.

Herkes Einstein’i haklı çıkarma derdine düşmüş. ‘Sevdiğimizin yanında 1 saat = 5 dakika, kızgın sobanın üzerinde 5 dakika = 1 saat gibi geliyor' hepimize.
Yine de içimizde abartmayı bile abartanlar var. Kendi beklerken 5 dakikayı bir saat, birini bekletirken yarım saati 5 dakika olarak tanımlıyor bu dostlarımız. İşte bunlar; zamanı abartanlar.

Hani avcıların adı çıkmış; avcılık ve atıcılık diye. Oysa herkes biraz abartıyor zaten kendince. Kimisi, alışveriş ederken abartır. Örneğin: 75 YTL’den başlayarak 95 e kadar alınan her şey 100 YTL’ ye satın alınmıştır. 800 gram her zaman 1 kilodur. Tabi avcı iseniz vurduğunuz hayvanın adedi, kilosu katmerli olarak artar. O konu abartmada ayrı bir yetenek gerektiriyor.

Kimisi döverken, kimisi severken abartır. Severken abartanlar çimdiklemeye, çığlık atmaya bayılır, sevdiklerine kemiklerini çıtırdata çıtırdata sımsıkı sarılır, öperken şapur şupur öperler. Aynı zamanda ölü evinde ağlayandan daha çok ağlarlar, düğün evinde eğlenenden daha çok eğlenirler. Dövmek: zaten kendi başına bir abartma biçimi olduğundan, döverken abartmayı insani bir duygu olarak nereye koyabiliriz, bilemiyorum.

Kiminin aldığı çok ucuzdur, sattığı pahalıdır. Söz konusu olan para kazanmış olmaksa eğer. Yok aldığı ürünün öne çıkmasını istiyorsa; bu kez aldığı kazak, gömlek çok pahalıdır, kalitedir, markadır. En güzelidir, piyasada aramakla bulunmaz. Paris’ten (Mahmutpaşa’dan ya da Sosyete pazarından) alınmıştır.

Kimi yediğini içtiğini abartır. İki arkadaş oturduk bir tepsi baklava yedik derken, yediği küçük tepsinin çapı kendinden büyüktür. Yine aynı kişi fakirlik ve yoksulluğunu abartacaksa yiyecek ekmek bulamadık diye söze başlar. Kimisi de gerçekten yemeği ısmarlarken de yerken de abartır. Yemek üstüne maden suyu boca ederek mide fesadından kurtulmaya çalışır. Olmadı yediğini içtiğini en yakın lavaboya boca eder. İçkiyi abartanlara söylenen ‘şu mereti ağzınla iç’ deyimi, abartan arkadaşların düştüğü halleri tanımlamak için söylenmiş olsa gerek.

Kimi, biraz aşağılık kompleksi ile eşi, dostu tanıdıkları abartır. Ünlü oyuncuları tanır. Ünlü zenginlerle yemek yemişliği vardır. Kimini ne doktorlar, mühendisler istemiştir, kimine sürekli kız tarafından dünür gelmiştir. Kimi yokluğunu, kimi varlığını, kimi kilosunu, boyunu, kimi iyi, kötü huyunu abartır.

Kimi, ondan başkası ile yaşam bana haram olsun der; sevdiğini abartır, kimi bana göre kız mı yok der; ciğer, kedi denklemini abartır. Kimi acılarını abartır durumdan dram çıkartır, kimi mutluluklarını abartır, polyannacılık oynamayı abartır.

Abartma konusunda en bariz örneği askerlik anılarında görürüz. En zor askerliği de en kolay askerliği de yurdumun erkekleri, yani bizler yapmışızdır. Eğer maksat abartmaksa bu konuda her Türk askeri birbirinden geri kalmaz. Komutandan torpilli olan da bizizdir, yerlerde sabah akşam sürünen de. Sefanın kralını da biz sürmüşüzdür, cefanın katmerlisini de biz çekmişizdir. Yeter ki bu konuda bir abartmalık iddia zemini olmaya görsün. Bu destan bitmez.

Abartmakta yöresel anlamda farklılıklar da görülür. Bazı yörelerimizde abartmak hayatın tadına tat katan bir muhabbet biçimidir. Tokat'lıların içine 3 ustanın girip yaptığı dev kazanlarında; Kayseri'lilerin dağ kadar kocaman kabakları pişer. Erzurum'un soğuğunda kediler damdan dama atlarken havada donar kalır. Karadeniz’de hamsinin baklavası bile yapılır.

Bu çok fazla da zararı olmayan bir kişilik meselesi, bir ruh halidir. Ya karşınızdakinin huyunu bilirsiniz gülüp geçersiniz ya da ‘Atma Recep din kardaşıyız’ dersiniz. Ancak abartan kişi kendisinin bu huyunu bilmez ve pireyi deve yapmayı sürdürürse; hayatı paylaştığı insanlarla arasında sorun çıkması da kaçınılmaz hale gelir. Hele bir de saldırgan bir kişiliği varsa sorun çıkmaması sadece diğer insanların gösterdikleri sabrın sonu ile ilgilidir.

Az ya da çok, hepimiz bir şekilde abartıyoruz. Genlerimizde var bu duygu. Egomuzun içindeki gizli kodlar böyle emrediyor. Hayatın tadı, tuzu belki de bu durum. Ancak; abartırken, abartmayı abartmamaya dikkat etmek gerek. Hani ne derler ‘el şakasından hoşlanmıyorsan el şakası yapmayacaksın’. Abartmayı abartıyorsan da dikkatli olacaksın.

Abarttığınız günlerin akşamında, yalnız kalınca; şöyle kendinize bir sorun ‘ Bu sefer biraz fazla abartmadım mı?’ diye. Eğer, aklıseliminiz ağır basar da sakin kafa ile abarttığınıza hükmederseniz, biraz kendinize çeki düzen verin. Yoksa ya insanlar içinde alay konusu olursunuz ya da arkadaşlarınızla bir gün er geç kapışırsınız. Benden söylemesi.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Ölüp gidecek miyiz?



Düşündüm...


İnsanlar hep ölümsüzlüğe takılıp kalmış. O yüzden koca koca adamlar, koca koca heykeller. Tapınaklar, adına para basmalar, hatta en masumundan okul, imaret, ibadethane yaptırmalar.

Yok olup gitmekten korkuyoruz açıkçası. Öyle ki bu korkumuzu bile söylemeye cesaretimiz yok.

Bazılarımız ise yok olup gitmeye de çoktan razı. Onların asıl korkuları ise yarın birisinin hesap soracak olması. Kül olup savruldum, karıştım denizlere demek kolay. Oysa bir kan pıhtısından yaratan bir tutam külden seni tekrar hesaba çekemez mi?

Sanatçılar biraz daha şanslı. Eli kalem tutanlar. Yüreği kolay yıpranıp, çabuk ölüp giden şairler de öyle. Şair erkeklerin neden erken öldüğü konusunda çok şey söylenebilir. Belli ki ömürlerini törpüleyen kadınlardan muzdaripler. Belki bu kadar dalgalı ruhlarının da bu yıpranmada çok önemli katkıları olmuştur. Yine de baki kalan bu kubbede hoş bir sadası kalması güzel insanın...

Bir senaristin, yazarın, yönetmenin, şairin yorumcunun, din ve fen adamlarının yıllar sonra bile eserleri ile anılabilmesi beni mutlu ediyor. Ürettikleriyle kalıcı olabilmek ne güzel şey. Ya da iyilik işleriyle koşuşturup, bir çok insana faydası dokunabilmek.

Tabi birde işin kolay yolu var. Aslında hem kolay hem de çok zor olan bu yol insanın doğasında var olan bir yol. Severek, sevilerek, umudumuz olan sevda çocukları dünyaya getirebilmek.

Çoğalmak... Çoluk, çocuk çombalak sahibi olmak...
Analık, babalık etmek. Ömür verirse mevla dedelik ninelik etmek. Utanmayıp az daha sağlıklı ömür dilenip 3ncü 4ncü kuşağı görebilmek. Hani az erken evlenip elini çabuk tutanlar için neden olmasın? denilebilecek birşey.

Sakin akan bir dere kenarındaki kasabamın küçük mezarlığına uzanıp yatmadan önce dileğim kalabalık eve sığmayan kocaman bir aile olabilmek...Bu yüzden oğlum da, kızım da elini çabuk tutsun istiyorum:)

Şiirle hırpalanmış yüreğime çok sevdalar sığdıramadım ama kollarımın arasında daha çok çocuk, daha çok torun kucaklayacak yerim var.

Ömrüm de olsa...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Biraz yüreğiniz sızlasın



Kalp ağrısı başka bir şey, yürek sızısı başka bir şeydir. Bazen ikisini karıştırdığımız oluyor mu acaba? Ya da birini öbüründen çok dikkate aldığımız. Rahmetli babam kalpten öldü. Büyük bir ihtimalle benimde kalbimle bir sorunum olacak ileride… Sağlıksız beslenme ve aşırı kilo kadar stres de kalp için önemli. Her gün bir yerlerde sağlığımız için nelere dikkat etmemiz gerektiğine dair tavsiyeler dinliyoruz.
Hepimizin Allah’ın verdiği bir can borcumuz var başka borçları da saymazsak. Bu borcun ödemesi çok zor da olsa bir gün onu da vermek gerekecek. Hani bazen biraz rüzgâra terli çıkıp üşütünce çarpar kalbimiz. Bazen ince bir sızıda aklımız başımızdan gider. Biraz daha çeki düzen veririz yaşantımıza, yediklerimize içtiklerimize. Biraz daha önemseriz iyi insan olmayı. Alnımızı secdeye koymayı...

Kalp ağrısı fiziksel bir işaret, Dikkatli olmamız konusunda vücudumuzdaki onlarca uyarı mekanizmasından birisi. Ya yürek. O sızlamıyorsa ne yapacağız?
Aç, fakir bir insan gördüğümüzde, bir hasta insan, gözleri yaşlı yetim bir çocukla karşılaştığımızda yüreğimiz sızlamıyorsa ne yapmamız gerek. Milli maçta heyecanlanıp çarpan kalbimiz, milli davalarda sızlamıyorsa, her gün bir şehit cenazesine, Irak’ta zulmedilen, tecavüze uğrayan kadınlara artık eskisi kadar sızlamıyorsa bu da bir hastalık sayılmaz mı?
Oturup azıcık düşünelim. Azıcık hızlı yürüyünce, merdiven çıkınca can verme korkusu ile çarpan, sızlayan kalbimiz, çevremizde her gün olup biten kazalarda, üzülen acı çeken, hastasına ilaç, derdine çare evine ekmek bulamayan garibanlarda da sızlasın…
Merhamet güzel şeydir. İnsan olmanın değerini çevresinde yaşanan acıları görüp sızlayan bir yürek kadar ne gösterebilir. Akşam sofralarında fazla yemeyip çarpmasından korktuğumuz kalbimiz kadar, yetimleri, fakirleri, hastaları, dertlileri düşünüp sızlayan bir yüreğimiz olsun.
Bırakın gözyaşlarınız arada bir aşk dışında şeyler için de dökülsün, bırakın yüreğiniz sızlasın ve sızlayan yüreğiniz ellerinize uzanıp bir yetimin başını okşasın, bir fakirin sofrasına aş, bir işsize iş olsun…
Bırakın maç yorumlarına harcadığınız nefesleri arada bir dualar, yasinler tüketsin. Öyle bir detarjan bulun ki arada bir de olsa hem kalbinizi hem yüreğinizi ak etsin, pak etsin…

12 Şubat 2010 Cuma

Annesi erkek


Oldum olası hayvanları çok sevmişimdir. Koşullar uygun olunca, her türlü hayvanı besleme fırsatı da bulabildim. Tabi evcil olanları. Sokak köpekleri ise listenin başında gelirdi her zaman. Peşinden ise kedicikler. Köpekler garip hayvanlardır. Sadakatleri sevgilerini aşmış inanılmaz canlılardır.

Aslında kediler nankör denilse de onların da kendilerince bir çok güzel özellikleri var. Tüm canlılar nedense küçükken çok daha sevimli, şirin ve güzeldir. Hayatta kalmak için belki de en büyük ve tek silahları bu güzellikleridir.

Yine garip bir şekilde, beslediğim kedi ve köpeklerin çoğunluğu dişi idi. Kediciklerimden birine ebelik - annelik bile yapmıştım. E insan büyüse de yürek kolay büyümüyor, içinizdeki çocuk hep yaşıyor. Bu anlamda çocuk yüreğim kendi çocuklarımın da hayvan beslemesine hep sıcak baktı.

İşte oğlum bir süredir bir köpek besliyor. Köpek dedimse, kocaman bir şey oldu. Ona zaman zaman kulübeler bozup yapıyoruz birlikte. Tabi ki hayvan besleyen her insanın bildiği gibi sevecen bir dostlukları var. E köpek de depremde birkaç kez bizi uyarmadı da değil hani.

Geçen gece bir ses bir çığlık duydum. Bir yavru köpek feryadı idi. Uzun sürdü, dayanamadım araştırdım. Bir sokak ötede, çöp tenekesinin yanına kedilerden korkusuna büzülmüş kara bir minik köpek. Dayanamadı yüreğim, aldım onu bizimkinin kulübesine getirdim.

O yavrucak anne şefkati ve sıcaklığı arıyordu. Bizim köpeğimiz ise erkek. Önce garipsedi onu. Sonra kulübesinde ve koynunda bu garip yavrucuğa yer açtı. Bağrına bastı. Sarmaş dolaş, can ciğer kuzu sarması oldular. O kadar ki, yerinde duramayan köpeğimiz şimdilerde kulübeden ayrılsa, minik avazı çıktığı kadar bağırıyor ve bizim babalık köpeğimiz geri dönüp onu sarıp sarmalıyor.

Eskiden beri biraz özel bir cins olduğu için köpeğimizin talibi çok. E yavru da bizimkinin rengince cinsince gibi. O yüzden ilgi de çekiyor. Birisi geldi geçenlerde dedi ki: “Yavrusu erkek mi köpeğinizin?” Güldüm. Bakmak bile aklıma gelmemişti ama, bildiğimi söyledim: “Yavruyu bilmiyorum ama, Annesi erkek”

Adam şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. İzah etmedim hiçbir şey ona. Gülümsedim sadece. Bu söz hoşuma gitmişti ama aynı zamanda da düşünme fırsatım oldu. İnsanlar bazen öz evlatlarını terk edebiliyorlar. Oysa bir erkek köpek bir başka köpeğe annelik yapıyor.
Gerçi duymuşsunuzdur. Birçok canlı diğer canlılara annelik yapar. Ama bir genç köpeğin -ki o daha baba da olmadı. Bir başka köpeğe annelik yapması çok hoş geldi bana ve paylaşayım istedim.

Evet bizim şimdi minik bir köpeğimiz daha var ve ANNESİ ERKEK...

....................
(Not: yıllar önce kaleme aldığım bir yazıdır...)

11 Şubat 2010 Perşembe

Bir numara büyük geliyor bana Istanbul















Tıpkı Karesi beyliğinin bir zamanlar sana dar geldiği gibi, bana da Bizans bol geliyor usta. Hani sen nasıl kabına sığamayıp kaçmışsan Bizans'ın koynuna, ben de kaçarcasına koşuyorum küçük kasabamın yollarına.

Gördüm ki sen onu değil ama Fatih’in ya da Kadir İnanır’ın (!) fetihlerinden biri gibi ‘Ya ben İstanbul’u alırım' diyerek koştuğun o şehir seni almış! İyi de olmuş açıkçası. Sevindim senin adına


Seni daha dingin gördüm be usta. Daha barışmışsın kendinle diyeceğim ama sen hep kendinle barışıktın da bizlerle mi kavgalıydın bir zamanlar? Bak hala onu çözemedim.

Gel gör ki, ruhun özgürlüğü ile serseriliği aynı şey değil. Ara sıra, bizler de serkeş takılsak bile, insan korkuyor gece Bizans’a gölgeler çöktüğünde be usta...

Bir numara büyük geliyor bana bu şehir. Oturmuyor üzerime İstanbul entarileri. Bir yerlerim hep açıkta kalıyor sanki. Üşüyorum. Ayaklarımızı sıktığını sandığımız ayakkabılar, bu şehirde kolayca insanın ayağından çıkıp gidebiliyor.

Gece olduğunda kapılarını sürgüleyemiyorsun bu şehrin. Bizi koruyabileceğini sandığımız surlarda açılan gedikler gün be gün artıp, delik deşik olmuş. Yazı yazımız gibi değil, kışı kışımıza benzemez. Baharını üstüne yorgan yapıp, bir ağaç köşesinde kıvrılıp yatamıyorsun.
Fatih’i tek bu şehrin deseler de; kalelerinin burçlarına her gelen kendi bayrağını dikmiş.

Her köşesinde ayrı bir krallık hüküm sürüyor. Üşüdüğün bir gece yarısı camilerine sığınamadığın gibi, modern kervansaraylarında da tek geçer şey: Akçe olmuş. Akçe bittiğinde kapısını tıklatıp, bir kap yemek isteyeceğin bir tek komşu yok mudur bu şehirde usta?

Bu şehrin şiddeti, benim gibi kaplumbağa hızında yaşamaya alışmış insanları kolayca korkutuyor. Geçmişinde Yedikule zindanlarında boğulmuş Genç Osman'lar olan bu kentte, sen kadar rahat dolaşamıyorsam kusura bakma be usta. Benim, yeni yetme derebeylerin lüks plazalarındaki sinema köşelerine sığınmamı dert etme sen.

‘Hayatım film gibi’ dese de insanlar, filmlerde bıçak yaraları, gerçek hayattaki kadar derin izler bırakmıyor usta. İlişme bana, bırak filmimi seyredeyim. Daha az can yakar sinemada kurşunlar, dışarıda adı gerçek olan, sahte hayatlardan.

Güneydoğulular, Karadenizliler, hatta Çinliler için bile fethedilebilir olan bu şehir; ben gibi sakin akan deresinin kıyısını özlemiş, deniz görmemiş Ege (*) köylüleri için, hala korkulu rüya gibi be usta.

Sahi, deniz dedim de; halâ çözebilmiş değilim; Şehrinizden korkarken, denizinizden neden tırsmadığımı. Yüzme bilmediğimden olsa gerek belki de, çırpınmaya gerek yok diyerek; 4 teker üstünde gittiğimden daha rahat yolculuk yapıyorum feribotlarda. Belki de biri getirip, diğeri götürüyor bu şehirden diyedir aymazlığım. Gelirken yine cazibesine kapılıp İstanbul'un, giderken Bizans'tan kaçarcasına…

Anadolu çocuğuyuz ya, alışmışız Anadolu yakasının kokusuna da, dokusuna da. Korkmasam da denizlerinizden, neden bilmem Avrupa’ya geçmek istemiyorum. Denizin öte yakası daha bir yabancı geliyor. Nişantaşı’nın sihri çekmiyor. Osmanbey çağırmıyor. Levent göz kırpmıyor. Bizans kızları döndürmüyor artık başımı. Sen, kız kulesinin dahi, fikren ve zikren bakir kalamayıp kirletilmiş arsasında; denizler üstüne taş kentler kur,aman…

Bırak, ben hiç bir kıyısında deniz olmayan kasabamda; mezarlıktan doğup, hayata uzanan sakin akan bir dere kenarında, kazanıp durayım hayatımı.

Ve her eve, her köye ulaşmış küresel içeceğimiz Cola’mı yudumlarken ayran yerine, Karesi Beyliği'ndeki Roma pastahanesinden, kendi payıma düşen küçük dilim pastamı yiyeyim…

Kostantiniyye senin olsun. Aman…

(*) Yazar Marmara sınırları içerisindeki Balıkesir'in Ege bölgesi sınırlarındaki deniz görmemiş bir ilçesinde yaşar. O yüzden hem Marmaralı hem Egeli sayar kendini...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Erik tadında geçiyor zaman


Ne yazın yaz olduğu belli, ne de kışın kış olduğu belli. Zaten insanoğlu olarak biz de nankörüz, yazın sıcağı, kışın soğuğu şikayet eder dururuz.
Sadece mevsimler karışsa iyi, bu iş nerede başladı, tek sebep küresel ısınmamı diye düşünürken aklıma şu kelime takıldı ‘Turfanda’

Eskiden mevsiminde bulunmayan ama bir şekilde sıcak bölgelerde seralarda yetiştirilen meyve sebzeye ‘Turfanda’ denirdi. Turfanda bir şeyler alabilmek için iyi bir gelir düzeyine sahip olmak şart olup, pek öyle uluorta alınıp satılmazdı da.

‘Zemheride hıyar özlemek ‘ deyimi argo olsa da turfanda öncesine ait bir deyimdir. Güzel Türkçe’mize (Kışın en soğuk zamanında canı salatalık çekmek) diye tercüme edilebilir. İşte artık günümüzde öyle kiraz yemek için yazın gelmesini beklemeye gerek olmadığı gibi, kış sebzeleri içinde kar yağmasını beklemenize gerek yoktur.

Seracılığın yayılması, hormon ve genlerle her şeyin güzel gösterilip cilalanması sayesinde ‘Hıyar’ın da en güzel görüneni pazardan almanız mümkün. Öyle eskisi gibi az bulunur ‘Hint kumaşı’ olmadığından kesekağıdının içine saklamanız da gerekmiyor. Aldıklarınızı naylon poşette elinizde sallaya sallaya götürebilirsiniz görgüsüzce. Çünkü zaten her şey turfanda ve her yerde bulunabiliyor.
Sorun sadece tadında. Mevsiminden önce tadına baktığınız her şey ‘erik tadında’ geliyor bana. ‘Ham meyveyi kopardılar dalından’ türküleri eşliğinde dişlediğiniz bir çilek; erik tadında. Kirazlar kütür kütür, dipdiri, parlak ama erik tadında. Zemheride aldığınız salatalık da öyle.

Gerçi erik tadı da çok değişken bir meyve. Papaz eriğinden tut, hırsız almaz eriğine kadar ona yakın çeşidi var ama siz anladınız neyi kastettiğimi. Sahi hırsız almaz eriğinin tadını bilen var mı şimdilerde? Neden hırsız almaz diye merak edip tadarsanız, dilinizin burulup, bir dudağınızın öbürüne doğru gittiğini hissettiğinizde anlarsınız.

Yağmur duasında başımıza dolu yağıyor, demek ki aksayan yada eksik yaptığımız bir şeyler var. İnsanların yüzlerinde bir burukluk, belli ki işler pek rast gitmiyor. Herkes kredi kartlarına bağlanmış bir şekilde. Bizleri borçlandırarak geleceğimizi çalmışlar. Hepimizin 5-10 yılı ipotek altında. Bir de mortage sistemi çıkmış. Artık ömrünüzün 50 yılını borçlanacaksınız bir ev sahibi olmak için. Yani bugün için yarınımızı satmışız. Bütün insanlar erik tadında.

Ülkemizde son aylardaki gelişmeler hiç hoş değil. Üstü kapalı bir darbe süreci yaşadık. Koskoca meclisimizden bir Cumhurbaşkanı çıkarmak için genel seçime gitmek zorunda kaldık. Moraller bozuk. Allah’tan iktidar partimiz kapatılmadı diye sevindirik oluyoruz. Kulağını da çektiler diye ayrıca memnunuz. Yani ne şiş yandı ne kebap havasındayız.
Dolar dibe vurmuş, borsa çıldırmış işler iyi diyorlar da; Lakin çarşıda pazarda hareket yok. Esnafın tadı tuzu kaçmış, iflaslar kapıda. Anlıyacağınız her şey erik tadında.

PKK katillerine her gün birkaç şehit verdiğimiz günler oldu. Her an da olabilir yine. Şehit cenazelerinde birileri küfrederek prim toplamak istiyor. Oralarda ne olup, bittiğinden pek haberimiz yok. Öte yandan birileri demokrasi diye bölücülük yapmaya uğraşıyor. Bakıyorum Başbakan’ın da asabı bozuk, arada kantarın topuzunu kaçırıyor, herkesi fırçalıyor. Belli ki onun da ağzının tadı yok. Yüzü ise erik tadında.

Turfanda pazara hakim oldu olalı, hiçbir şeyin mevsimi belli değil.
Savaşmanın da, sevişmenin de ahlakı kalmadı. Hainler çarşı pazar bombalayacak kadar gözü dönmüş, kart zamparalar çıtır, sapıklar sübyan avında.

Ben erik tadına da razı olacağım ama son zamanlarda şu hayat ‘Kabak tadında!’

9 Şubat 2010 Salı

Sevgimetre'nizi çöpe atın

ERKAN BAL

Hiç düşündünüz mü acaba sevgi bir öğreti bir kazanım mıdır aynı zamanda, yoksa sadece Tanrı vergisi bir değer midir? Sevgi öğrenilip öğretilebilir mi? Anne babamızı nasıl yarimizi nasıl eşimizi dostumuzu nasıl sevmeliyiz bunun bir kuralı olabilir mi? Ölçüsü derecesi var mıdır?

Salt manada aşktan bahsetmiyorum. Aşk söz dinlemez bir isyan bir rüzgar bir tatlı beladır insanın başında. Ama ya sevgi? Sevgi kontrol edilebilir mi?

Beni böyle sev seveceksen diyebilir misiniz? Ya da iletişimlerinizi sevgi var aşk yasak diye sınırlandırabilir misiniz? Az sevdiklerim çok sevdiklerim. Uğruna riski göze aldıklarım yanında dünyayı umursamadıklarım canımı verebileceklerim gibi bir kategorize etme şansınız var mı?

Sen asla beni benim gibi sevmedin derken birisi diğerinin sevgisini sınırlandırma tanımlama biçimlendirme hakkını kendinde görmüş olmak gibi bir haksızlık yapmış olmuyor mu?

Haydi diyelim sevgi öğrenilebilir ya öğretilebilir mi? Öğrenilen her şey neticede de öğretilebilir diyebilir miyiz? Okulunu açsak acaba insanlara kimi nasıl nice seveceklerini öğretebilir miyiz? Çok sevmenin ölçüsü nedir? Nasıl ölçülebilir bu? Benzer fedakarlıkları bizce yapamayan birisi bizce sevmemiş mi sayılır?
Yoksa sevgiler de bencil midir? Sadece kendi egomuzun beklentileri midir? Vermeyi de dilediğimizce almayı da dilediğimizce biçimlendirebildiğimiz ve bu kalıplara uyarsan beni sevmiş olursun dediğimiz bir iletişimin adı sevgi midir?

Ya da net dünyasında çokça gördüğümüz mesai saatlerinde var olan hafta sonları biçim değiştiren sanrılar mıdır sevgi? Yani sevdiğinizi bir yaz aşkı gibi mevsimi gelene kadar derin dondurucularda saklayabilir misiniz?
Sabah pcnizi açtığınızda var olan bir mailde mi saklıdır sevgi? Yoksa bir ömür boyu beklemek midir gelmeyecek olsa bile sevdiğini?

Sadece ayırabildiğiniz vakitlerde sevebildiğiniz bir kedi yavrusu mudur? Huzur evlerinde ziyaret ettiğiniz bir yakınınız mıdır bayramda seyranda? Bir çocuk mudur yoldan geçerken başını okşadığınız?

Yoksa yeşil midir sevgi? Bir fidan mıdır besleyip büyüttüğünüz? Tanrının bir armağanı ve içinizde saygıyla hoşgörü ile zaman zaman da fırtına boran kar ile büyüttüğünüz kökleri derine gittiğince yaprak açan boy salan asırlık bir çınar mıdır sevgi?

Soruları da cevapları da bir hayli uzatmak mümkün. Bir düşünün sevgi bir yemek midir içindekileri kendinizin belirleyebildiği? Yoksa bir sanrı mıdır kendimizi şu dünya da avutmak adına sığındığımız?

Gördüğünüzce adını koymak da, ölçmekte imkansız. O yüzden siz siz olun, herkesi olduğu gibi sevin ve sizi sevdikleri gibi sevilmeyi kabul edin.

Sevgimetre'nizi de en kısa zamanda çöpe atın...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Kediyi de AŞK'ı da öldüren merak


Faydasız bilgiden Allah’a sığınırım’.

Bu bir zehirlenme uyarısıdır ve birkaç yönü vardır bu uyarının.
Birincisi bilginin sizi aptallaştırması. Beyninize sürekli akarak lüzumsuzca işgal etmesi sizi yönetmeye kalkması. Bu gün yaşadığımız medyatik defenformasyonun beyinlerimizi çöplüğe çevirdiği bir gerçektir.

Bu yönünü hiç ele almayacağım bu yazıda. Biliyorum ki bazı insanlar babamın 15 yıl önce aldığı kırmızı muratın plakasını bilmekten zevk alıyor. Biliyorum ki bazıları il kodlarını ezberlemiş yeni illerle birlikte bilmekle övünüyor. Bazı politikacılarımız delegelerin hepsini isim isim bildiğinden iyi politikacıdır.

Yine biliyorum ki bir kısmımız paparazzilerden televolelerde kimin kimle nerde ne yaptığını bilmekten röntgenci bir zevk alıyoruz. O yüzden bu konu da anlatımım dışındadır.

İkinci yönü ise hazmedilmesinin zorluğu ve kişiyi kibre yöneltmesidir.
Yani zordur bilgiyi sindirebilmek. Kendini bilgi ile donanmış gören nice alim kibir ve bencillik çukurlarında yitip gitmiştir. Nice idareci ben bilirim söylemi yüzünden kendisini ve yönettiklerini ateşe atmış yangınlara sürüklemiştir peşi sıra.
Bu konuda da bir çok şey yazılıp çizildi ve bu gün söz konusu etmek istediğim bilgi bu da değil.

Benim dile getirmek istediğim; gereksiz bilginin sevgiye verebileceği zararla ilgili.
Bilgi sevgiyi öldürür mü? Güveni sarsabilir mi? İnsanı yalnızlığa, çaresizliğe, dayanılmaz acılara itebilir mi?

‘Yüksek Ökçeler’ adlı öyküde ev sahibi hanım yeniden giymek zorunda hissettiği yüksek ökçeli ayakkabıları ile mutlu kalabilmiştir sonunda.

İstemediklerimizi duymak, bilmek pahasına feda edebilir miyiz çevremizdeki güzellikleri? Bilmediklerimizle yaşamak bir Polyannacılık mıdır her zaman? Kendimize yalan söylemek midir öğrenme dürtümüzün kamçılamalarına direnmek?

Merak, bir çok teknolojik gelişme ve buluşun sebebi olduğu gibi, insanın başına beladır kimi zaman. Öğrenmek istediklerimiz durmamız gereken sınırlarda mıdır?

Bir merakla, sevdiklerimizin gizlerini öğrenmek hakkımız olup olmadığını düşünmeden özel eşyalarını kurcalayabilir miyiz? Kediyi öldüren meraktır diye boşuna mı demişler acaba? Acaba beni gerçekten seviyor mu diye sevdiğinize tuzak kurmaya iter mi merakınız sizi? Ya da peynirin cazibesine kapılmış bir fare gibi çekilir misiniz bilgiye?

Az dürüst davranıp gizlenmek yerine ‘bana dürüst ol asla yalan söyleme’ deyip ‘seni sevmem için güven önkoşul deyip’ sonra da size boyun eğen sevdiğinizin alnına silah dayar gibi zorlar mısınız mahremiyetini, sorularla. Onu ya kırk cevap, ya kırk satıra mahkum ederek; ya yalan söylemeye ya da sizi incitecek bir sona doğru ittiğinizi görmez misiniz?

Bilgi zehirdir bir yerden sonra. Çünkü mutlak manada bilgiye ulaşmak sizi istemediğiniz, ilerde de hiç hoşlanmayacağınız bir sırdaşlığa götürür.

Bir yük yüklenirsiniz ki Tanrı korusun.
Yüklendiğiniz bilgilerin yükünü kaldıramazsınız. ‘Acaba nerede ne yapıyor şimdi’? sorusunun yerini ‘yine içiyor’ , ‘yine oyunda’, ‘yine kumarda’, ‘yine şöyle yapmıştır’, ‘böyle yapmıştır’ gibi ilerde bir çoğunun doğru olmadığını görüp üzüleceğiniz sanrılara mahkum edersiniz kendinizi.
Oysa hatalar sevilerek, isteyerek yapılsa bile sürekli yinelenemez. İşin kötüsü, sizin kötü göreceğiniz bir şey sizi bilgilendirence bir kıvanç vesilesi bile olabilir. Bu ise sizi iki kere yaralar.
Öte yandan öğrendiğiniz bilgi bir sır, bir giz, bir suç ise tutması sizi sıkıntılara sokarken, -iyi niyetli biri iseniz- derin bir hüznü de yaşarsınız. Bazen bu bilgi öyle tehlikeli bir hal alır ki yaşamınızda; dönüş şansı bırakmaz, sizi alır götürür, sürükler bir yerlere.

Sevdiğinizle nefsiniz, gururunuz, kişiliğiniz, inançlarınız arasında bir tercihe zorlar sizi. Sonunda ya yardan ya serden geçmek durumunda kalırsınız. Ya da belki o sizden geçmek zorunda kalır.

Hele bir de bu bilgi yanlış bilgilenimse, yanlış bir algıya ve tepkiye sebep olduysa, sizi yakalayan pişmanlığın acısı tarif edilemez. Özür dilemeyi becerebilseniz bile ne kendi yüreğinizdeki pişmanlığı ne de karşıdaki kırıklığı gideremezsiniz.

İşin başka bir boyutu ise, sizi bilgilendiren kişiler, bu paylaşıma güvenip yaptıkları hataları bir hak gibi görebilirler. Artık sizin incindiginizi, kırıldığınızı düşünmez, düşünemez. Size bilgi vermiştir ya içleri rahattır. Aynı konuda dün ürkerken, bugün bilerek isteyerek bilgi aktarırlar size. İncinebileceğinizi düşünmeden sorduğunuza bin pişman olduğunuzun bilincine varmadan işi pişkinliğe vururlar.
Yüksek ökçeleri anımsamadınız mı? Ya Midas'ın kulaklarını?

Yüksek Ökçeler’ adlı öyküde bir ihtiyar kadın hizmetçilerinden, uşaklarından çok memnundur. Ancak bunun böyle olmadığını merdivenleri inerken gürültü yapan yüksek ökçeli terliklerini giymediği bir gün öğrenir. Uşaklar, hizmetçiler hem ihmalci hem de dedikoducudurlar. Yıkılır ama toparlanır. Ertesi gün bir karar vermek zorundadır. Kimselere bir şey demeden yüksek ökçelerini giyer yine ve bir daha da çıkarmaz.

‘Midas'ın Kulakları’ ise, hilkat garibesi kral Midas'ı tıraşa giden bir berberin, onun tıpkı bir eşeğe benzeyen kulaklarını görüp susmak zorunda kalmasının dramatik komedisidir. Zavallı berber sonunda dayanamaz bir kuyuya bağırır.

-Midas'ın kulakları! Eşek gibi kulakları... diye.
Ama o kuyuda yetişen sazlıklardan yapılan her kaval öyle bir sesle çalmaya başlar ki; berberin sırrı kaval nağmelerinde yansır.
-Midas'ın kulakları, eşek kulakları...

Sır tutmak da ayrı bir lükstür. Kendine eziyettir. Sırrı öğrenmek ,olmadık yerde  gereksiz bir emaneti almaktır. Kendi kendine dert ve sorumluluk sahibi olmaktır. ‘Aman kimseye söyleme’ diye sizle sır paylaşan biri, belki de bunu en az üç kişiye söylemektedir.

Ben böyle kişilere zaman zaman ‘söyleme de içine dert kalsın’ derim. Çünkü anlatacak olan kişi zaten bu yükü taşıyamadığından sizinle paylaşacaktır. Sizi paylaşmaya değer buluyorsa ‘aman kimselere söyleme’ demesinin abes olduğunu bilmelidir.
Kanuniye meraklı bir veziri sorar:
-Sefer nereye hünkarım?
Cevap alamayıp çok ısrar edince der ki padişah :
-Ey vezirim sen sır tutabilir misin?
-Evet. der vezir güvenilmenin hazzı ile ve kulaklarını iyice açar. Kanuni ise gülümser :
-Ben de tutabilirim :)

Dün değil ama bu gün, ben artık öyle yapıyorum. Siz de dilerseniz deneyin. Sevdiklerinizi merak edip sorgulamayın, haddiniz olsun, olmasın herşeyi sorup soruşturup, araştırmayın.
Bilginin zehir olduğunun farkına varın ve bu bilinçle yüksek ökçelerinizi giyip; sevdiklerinizle, dostlarınızla, arkadaşlarınızla mutlu bir şekilde yaşayın...

Unutmayın kediyi de, aşkı da öldüren fazla meraktır...