7 Kasım 2011 Pazartesi

VAN'a BİR MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI


Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?

Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...

Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.

Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayım.


Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.


1Milyon Kalem Ailesi


Adres:
1milyonkalem -
VAN’A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI


Van Valiliği

Cumhuriyet Cad. Hükümet Konağı.
65100 Şerefiye - Van


1 MİLYON OYUNCAK

Haydi 1milyon oyuncak

VAN'da bayram olacak
Şimdi kerVAN kurulacak
VAN'da bayram olacak


Çocuklar oynayacak
Neşeli, mutlu olacak
Hüzünler unutulacak
Haydi 1milyon oyuncak

Not: Bu bayram çocuklarınıza harçlığını bir fazla verin. Onlar VAN'lı kardeşlerine oyuncak alacak...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Vefa burdan taşındı mı?


Düşündüm...
Varken farkına varmadığımız ne çok insan VAR hayatımızda. Yokluklarını farkediyor muyuz peki.. Hayır...
Kapımızın önünden evlerine geçip giden komşular. Suyumuzu getiren, elektrik, doğalgaz saatlerimizi okuyan insanlar. Bakkal amcalar....
Ya akrabalar, eş dost tanıdıklar... Ölmeden mezara koyduklarımız.
Çok hasta olup, hastane gezen ama bir türlü ölmediği için taziyeye gidip işi bitiremediklerimiz.
Geçmiş olsun diye diye dilimizde tüy bitti sanki de.
Ne nankör olduk artık...
Dünya ne kadar çok tuttu bizi bırakmıyor. Her gün döviz kurlarına bakmaktan yorulmuyoruz ama bir hasta komşu hatırı soramaz olduk. Acaba kaç kişi (artık iyileşme ümidi kalmamış) hasta komşusuna bir tas çorba pişirip götürüyor ki.
Hayatımızdan siliniveren insanları ne çabuk unutuyoruz. Bizi de böyle çabuk unutacaklar şu koca dünyada.

Değişti herşey. Biz de değiştik. Bir günde şöhret olup, bir günde yıldızı sönen sanatçılar gibi. Kapımızın önünden geçerken selam veren dostlarımız var. Kapımızın önünden geçtikleri ve selam verdikleri için dostumuzlar.
Başka mahalleye taşınsalar haberimiz olur mu. Geçmez olsalar, kaç gün sonra arar sorarız. Ne kadar merak ederiz acaba?

Şehir bizi kuşatıyor. Kuşatırken kendi kurallarını da dayatıyor artık. Unutmadığımız şeyler hep ruhsuz mekanik şeyler. Kredi kartı şifreleri, tc kimlik numaraları, vergi ödeme günleri....

Küçük kızım Nisan'ın 16sında doğmuştu... Acaba kaç gün sonra unutacağım. Ya annemin doğum günü?

Oysa gelir vergisi 2nci taksidini ödeme günümü unutmama müsade edecekler mi?
Sanmıyorum, Hiç sanmıyorum...

20 Haziran 2011 Pazartesi

Babalar günün kutlu olsun Adem


Dünyanın en büyük sevdası bana göre Âdem’le Havva'nın sevdasıdır. Öyle ki, dağlar diz çökmüş önünde ve özlemle çığlıklar öyle uzaklara ulaşmış, kolay mı cennetten kovulmak yasak meyve için

İki yarım elmanın sevdası bu, o kadar uzak kalmışlar ki âdemle Havva. Kavuşmadan yaşadıkları acıyı şöyle bir düşünmek lazım. O kadar yakın hissedip de dünyada yapayalnız olmak kolay şey mi. tüm evrene örnek bir sevda bu.

Kıtalar aşıp koşup gelmişler, dünyanın ilk zamanları, canavarlar, vahşi hayat ve yapayalnız iki kişi. Birbirlerini aradıkları ve ağladıkları günler neredeyse 60 yıllık insan ömrüyle ifade edilmiş. Onlar dünyada yalnızlığı o kadar acı hissetmişler ki, kendilerinden öte hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlık kasıp kavurmuş yüreklerini.

Kendilerine benzeyen sadece iki can, başka hiç kimsenin olmadığı bir dünyada inanılmaz bir şey. Şahsen ben bu sevdaya sevdalıyım, bu aşka vurgunum. Birbirlerinin dert arkadaşı olmuşlar, can yoldaşı olmuşlar ve dünyaya insanlığı armağan etmişler bu sevdayla.

Size bu babalar gününde anlattığım sevda âdem ile Havva’nın sevdasıydı. Romanlarda aşk diye yazılmayan bir öykü. Sadece karikatürlerde kalmış bir bakış açısı var insanlığın bu sevdaya bakarken. Oysa onlar ötekinin eksikliği ilk defa tatmış insanlar, iki yarımı delice hissetmiş, delice öteki yarısını aramanın ne demek olduğunu yaşamış ilk iki can onlar.

Yaman sevdalanmış, Havva anneme, iyi ki sevmiş, iyi ki sevişmiş. İyi ki bu dünyayı bizlere, bizleri bu dünyaya armağan etmiş. Binlerce teşekkürler tanrım insanı, insanlığı yarattığın için. Çok teşekkürler Âdem babacığım, Havva annemizi ve bizleri sevdiğin için.

Ver elini öpeyim, babalar günün kutlu olsun...

3 Mayıs 2011 Salı

Sıfırdan başlama hakkı

Kimilerimiz hayata şanslı başlıyor kimilerimiz ise futbol deyimi ile 1-0 mağlup başlıyoruz.

Geçenlerde oğlum en azından ‘Sıfırdan başlama hakkı olmalı her insanın‘ dedi. Üzerinde düşünülmesi gereken bir söz dedim kendi kendime ve düşündüm. Şanslılarımızın geçmişten gelen bir takım zenginliklere sahip olduğu, sağlık, sıhhatinin yerinde olduğu, iyi bir işi, iyi bir evliliği ve güzel çocukları olduğunu düşünebiliriz. Yenik başlayanlarımızın ise sırtlarında bir borç yükü ile doğdukları, hayatta özendikleri bir çok şeye kavuşamadıklarını, daha iyi koşullarda yaşamak, daha iyi koşullarda yiyip, içmek, eğitim görmek gibi isteklerine kavuşamadıklarından yakındıklarını görürüz.

Oysa hayatın çok daha dramatik imtihanları vardır insanlar için. Hepimiz bizden daha kötü durumda olan insanları düşünüp, kendi durumumuza şükredebilmeliyiz.
Belki bir otomobiliniz olmayabilir, ancak ne doğumdan ne de daha sonra oluşmuş bir özrünüz yoksa hayat size torpil geçmiş demektir. Söyleneni anlayabiliyor, kendi ihtiyaçlarınızı giderebiliyorsanız; şanslı insanlar içerisinde sayabilirsiniz kendinizi.
Maddi düzeyiniz ne olursa olsun, başınıza gelecek bir kaza kaderinizde dönülmez çizgiler oluşturabilir. Eksik bir parmağınız veya fazladan 6ncı parmağınızın olması bile sizin dünyanızda paranın sağlayacağı huzurdan çok daha derin yaralar açabilir.

Zengin saydığımız bir çok insanın nasıl evlat hasreti ile yandığını düşünen 3 çocuklu fakir bir ailenin fertleri de asıl zengin olanın kendileri olduğuna hükmedebilir.
Rahmetli Sakıp Sabancı’nın özürlü çocuğunun yüzüne bakıp nasıl içinin eridiğini, fabrikalarında çalışan kaç işçi kardeşimiz hissetmiş olabilir acaba?

Hayatın insanı hem fakirlik, hem hastalık, hem özür, hem kaza ile sınadığı zamanlardan Yüce Mevla’ya sığınmak lazımdır. Gerçekten bir insan için en zor olan belki de hem hastalık, hem özür, hem de fakirlik ile boğuşuyor olmak, sevdiklerinin gözünün önünde eridiğini göre göre bir şeyler yapamamanın ızdırabını yaşamaktır. Rabbim her kulun imtihanını ayrı yazmış olsa da böyle dramatik alın yazılarından, taşıyamayacağımız yükler ve büyük imtihanlara muhatap olmaktan bizi korusun.

Sosyal devlete düşen görev işte bu konumdaki insanlara hepimizin ortak eli olarak hizmet götürmek, o kişilerin hem ruhuna, hem ekonomik durumuna katkı sağlayacak en iyi desteği vermektir. Çaresiz hastalıklara düşenlerimizi, başına olmadık kaza gelenlerimizi fert olarak kucaklamaya yetmediğimiz durumlarda sosyal devlet olmazsa olmazımızdır. Devletten malımızı, canımızı, namusumuzun bekçisi olmasını bekler, hasta olduğumuzda, çaresiz kaldığımızda elimizden tutmasını ve bunu doğal bir görev olarak yapmasını bekleriz.

Bu yüzden Türkler devletsiz kalmamış ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ diyerek kendi siyasi görüşü ne olursa olsun devletine sahip çıkmıştır. Onun için severek askerlik yapar, elimizden geldiğince vergilerimizi öder ve devlet malını korur, kollar gözetiriz.

Son yıllarda gördüğümüz kadarı ile birileri ne millete, ne devlete acımadan hırsızlığın saltanatını yaşamışlar ve şimdi birer birer yargı önüne çıkmaktalar. Hergün bir yerlerden usulsüzlük çetelerinin haberlerini duymaktayız. Öyle ki bu çetelerin ergenekon çetesinden tek farkı silah çekip adam vurmamaları…

Devletin malını çalıp yiyenler, bu milletin fakirinin, yetiminin malını yediklerini ve yedikleri dünyada yanlarına kar kalsa bile öbür dünyada burunlarından fitil fitil geleceğini unutmamalılar… Tüyü bitmedik yetimin hakkı kolay yutulan bir lokma gibi gelse de gün gelir adamın boğazına durur…

30 Nisan 2011 Cumartesi

az brüt . NET öğütleri



***İnsan Hatalarından ders çıkarabilmelidir. bilhassa internette ***

1- Ne verirsen onu alırsın diye bir kural olduğunu asla unutma.

2- yüzüne girdikleri kapıyı kapatan kişilere bunu ne hakla yaptıklarını sor ve o kapıdan bir daha girmek isterlerse sorun olabilecegini hatırlat.

3- kişi kınadıgı başına gelmeden ölmezmiş kör gözlere ayna tut. Bu hatayı onlarda yaptıklarında göster en başta da kendine.

4- Sana bir şey öğreteni hürmetle an, bu nette bile olsa bir jawa aplletin 40 account hatırı vardır.

5- Sanal olmadığını sananlara karşı yüreğini az katı ve temkinli tut.

6- Kedi yavrusunu yiyecegi zaman fare sanırmış her şeyin bi bahanesi bulunur aman dikkat et.

8- Affetmeyi bilmek erdemdir, eğer karşındaki insanlar özür dilemeyi biliyorlarsa.

9- Çocuk yüreği taşımanın saygıda kusura mazeret olmadığını insanlara anlat.

10-Hata yapmamak mümkün değilse, gerektiğinde hatalarını düzeltmek için silgi kullanmaktan çekinme, sileceğin kendin bile olsan.

11-Herkese anlayacağı dilden konuş ama anlamayanla fazla uğraşma insanlara istemedikleri birşeyi onlara rağmen veremezsin.

12-Zaman en iyi öğretmendir. Unutma bedava harcanacak en son şeyin zamanın olsun.

13-Haklıysan ama öfkeni kontrol edemeyeceksen sus öfkeni aklının önüne geçirme.

14-Arada hatalarını düşün en başta Tanrı'dan sonra insanlardan özür dilemeyi bil.

15-Özür dileyecek hata yapmamak isteyenlerin kendi hatalarını hata saymamak gibi büyük bir hataya düşebileceklerini de göz önünde bulundur.

16-Söz gümüş ise sükut altındır ya hayır söyle ya sus. Bilirsen söyle ibret alsınlar:)

17-Duygularını ve insanları karıştıranlara dikkat et kendi canları ile birlikte senin de canını yakabilirler.

18- Kazaların .net (iletişim kazası) olanlarından sakın. Ağrımadık başına dert alırsın.

19-Bir musibet bin nasihatten iyidir deselerde inanma bir öğüt de sen yaz:)

ERKAN BAL

Not: 9 yıl önce yazılmıştır....

21 Şubat 2011 Pazartesi

Fotokopi


Geçenlerde bir büyük gazetenin köşe yazarıda yazdıklarının dönüp dolaşıp internetten kendine geri dönmesinden yakınıyordu.

Bir paylaşım enginliği ve farklı bir kültür zenginliği net ama aynı zamanda insanları bir kısır döngüye mahkum ediyor yeni ufuklar derken çıkmaz sokaklara mı giriyoruz diye düşünüyorum. Bir arkadaşımın üye olduğum mail gruba gönderdiği yazıyı birkaç değişik versiyon halinde birkaç gurupta okudum.

Daha kötüsü ben bunu veya benzeri anlatımları 13-14 yıldır okuyorum. Her gün yüzlerce insan kadın erkek çoluk çocuk demeden nete giriyor. Bu insanları cazip net dünyasında şiirsi anlatımlar duygusallık ve ilgi alanlarına göre muazzam bir arşiv bekliyor. Kurt webmasterlerin sayfalarındaki "e-cardlar, hazır şiirler, sms mesajları aklınızı fikrinizi gönlünüzü çalmaya ve sizi bu ortama biraz daha bağlamaya yönelik birer araç. İcq, chat, irc, aol, mail gruplar, club'lar facebook ise ayrı bir dünya gibi.

Kısa zamanda kimileri nete girdiğine pişman kimileri de bağımlı olup çıkıyor ve hızla insan öğüten bir değirmende yeni buğday taneleri olan "user"lar öğütülüyor. Niyetim net e karşı olmak ya da nostaljik takılmak değil. Net'le birlikte edebiyatımızın insan üretkenliğinin, kültür ve bilgi paylaşımının artmasını olumlu buluyorum. Hatta Türkiye ve Türk insanı için dünya ile buluşma, kucaklaşma ve çağı yakalama adına son yılların en güzel ve en dehşet buluşu demek mümkün.

Benim dikkat çekmek istediğim konu tekrara düşmek yine yenidenaynı şeyleri bir kutsal ayin metni bir ilahi gibi tekrar tekrar okumak ve bir kısır döngüye bir girdaba düşmek. Tabi ki her zaman okunan klasik eserleri ya da dillerden düşmeyen yılların eskitemediği eserleri söz konusu etmiyorum burada.

Geçenlerde bir ağabeyim okuduğu şiirle ilgili bir dizenin bana ait olduğunda ısrar etti. Gerçekten benziyordu ama benim dizelerim değildi. Son zamanlarda net de benzer duyguları benzer kelimelerle ifade eden dizeleri görmek beni ürkütmüş ve üzmüştü ve o yüzden olabildiğince özenli ve az yazmaya çalışıyordum. Varolan bir net edebiyatından bahsetmek mümkün. Ancak her insanın algılaması farklı olsa da her şair yazar farklı anlatsa da netice de beslenilen kaynaklar aynı olunca yazılanlarda da benzeşme başlıyor. O zaman da Net edebiyatının Pop Arabesk fırtınasına benzer bir şey olma ihtimali üzerinde çok düşünmemiz gerekiyor.

Artık insanlar pcleri başında saatlerini günlerini geçirir oldular. Güneşin batışını, doğuşunu rüzgarın sesini, çiçeklerin kokusunu "dağlarına bahar gelmiş memleketimin" diye göre göre yazma şansları kalmıyor gitgide. Kim bilir kaç kişi "Aa aynı benim düşüncelerim, benim yaşantım, benim hayatım, özlemlerim, üzüntülerim diye bu benzeşen metinleri okuyor.

Kaç kişi o hisleri ifade eden insanın yaşadıklarını gerçekten anlayabiliyor. Kaç eli kalem tutan (net)yazar, (net)şair tek düzelikten kaçınmayı yazılarda benzeşmekten sakınmak daha da önemlisi aynı kaynaklardan beslenmemek, Net ananın beslemesi olmamak olarak da algılıyor.

Bir bilim kurgu yazarının tüm teknolojiden uzakta eski daktilosu ile bir dağ evinde yaşadığını okumuştum gazetelerde. Röportajında. diyordu ki: -"Hayal gücümü canlı kılmak için mecburum buna. Ne düşünsem ne yazsam üç gün demeden gerçeğini yapıyorlar.

Bazen çeşitli club'larda üyelerin kişisel sayfalarını geziyorum. Jpg ve animated gif resimler güllerle çiçeklerden şiirlere, anlatımlara kadar her şey tek düze ve fotokopi sanki. Özgün olmayı başaranlar bile bir benzeşme canavarının ellerinde çabalıyor, can çekişiyorlar. "Fotokopi sevdalar yaşadığımız" demiş bir şair.

Her şeyi fotokopi yaşıyoruz neredeyse. Dostlarımıza seslenişimiz üzüntü sevinç sebeplerimiz neredeyse gözyaşlarımız bile sanal ve benzeşik. Bir çiçeği, bir gülü, bir papatyayı anlatmak için bir mail adresi, dijital bir resim bir e-card bir gif bize yetiyor. Nick'ler ve sanal kimlikler anlatılarda ana tema, nüve olup çıkıyor. Oysa bir güle dokunmadan kim gül kim çakırdikeni nerden bileceksin?

O kadar benzeşik ki ifadeler toplasan bir a4 kağıdına hepsini yazabilirsin.

"CANNNNNN"

"SENİ ÇOK ÖZLEDİMMMMM"

"ŞU AN SANKİ YANIMDASIN"

"AŞKIMMMMM"

"VARLIĞIN İÇİMİ ISITIYOR"

"SAKIN BEN ÖLMEDEN ÖLME OLUR MU?"

"SADECE SESİNİ DUYMAK ADINI SÖYLEMEK İSTEDİM"

"BİZİM ARKADAŞLIĞIMIZ KİMSENİNKİNE BENZEMEZ"

"NE HOŞ KIZSIN"

"NE KOMİK ADAMSIN, BENİ GÜLDÜRÜYORSUN" ... liste böyle uzayıp gider.

Bu yazı sadece benim düşüncelerimi, algılamalarımı yansıtıyor ve hiç kimseyi ne övme, ne de yerme amacı gütmüyor. Belki sizler de benzer şeyler görüyor, okuyor, yaşıyor hissediyorsunuz. Belki de ifadelerimin tam aksini düşünüyorsunuz bilemiyorum.

Bu çıkmaz sokaktan çıksak mı çıkmasak mı?-Elma dersem çık armut dersem çıkma.

Elma!..Hem de kütür kütür, taptaze mis gibi elma.

Dalından yeni koparılmış olmasa da ne bir animated gif ne de buzhane.

Şu an yiyorum da :)

Haydi bana afiyet olsun. Sevgiyle kalın...

ERKAN BAL

NOT: Bu yazı elinize ulaştığı sırada yine onlarca yeni insan nete girdi bazıları bizim okumaktan bıktığımız şiirlere yazılara veya benzerlerine ulaştı.

-Aa a. "Ne güzel, tıpkı benim duygularımı yansıtıyor" dedi

...Aa, @a ...

...Aa, @a ...

...Aa, @a ...

...Aa, @a ...

Erkan BAL - (1999-2011)

17 Şubat 2011 Perşembe

Aydın sorumluluğu adına


Toplumda gazeteci, yazar, gibi vasıflara haiz insanların kalem oynatırken özgür olmasını ne kadar savunuyorsam, bir o kadar da sorumlu davranmalarından yanayım. Kaş yapayım derken göz çıkarmak diye bir deyim var. Tamamıyla iyi niyetlerine inansak bile bazı dostların yazıp, çizdikleriyle yeni bir dünyanın oluşumuna zerre miktar da olsa katkı sağladığımızı unutmamaları gerek. Bu dünya bu basın ahlakı ile şekillenecekse işimiz zor...

Evet, her şey biraz bozuldu. Haberler inanılmaz adi-adli vakarla dolu ama bunları eleştirirken bile kullanılan dil önemli.
Biz yetişkinler gibi zamanla kendi zikri bozulmuş olanlarımızın bile fikirleri temiz kalmalı. Sıcak başımıza vurmuş ve bir nara çekip gördüğüm bildiğim her şeyi anlatacağım demiş olsanız bile, beyaz masallara ihtiyacımız hep var.

Ben şahsen çocuklarımı kahramanlarının kendileri olduğu keloğlan masalları ile büyüttüm. Çıkar ilişkilerinin yerildiği ve kötülüğün bir şekilde ti'ye alındığı Nasrettin Hoca fıkraları ile devam ettim. Okumayı öğrendiklerinde Kemaleddin Tuğcu ve Andersen Masalları'nı verdim ellerine. Öğretmenlerinden karnenin sağ tarafına gerçek notlar vermelerini istedim.

Biz iyi insanların rol model olduğu bir dünyadan bugünlere geldiğimiz halde bu kadar bozulduk. Bu bozulmuşluğu ve yozlaşmayı görerek, madem özünde toprak olanın sonu çamurdur o halde bugünden öğrensinler hayatın çirkin yüzünü diyemeyiz.

Kötü örnek, örnek sayılmaz derler. Biz gittikçe kararan yüreklerimiz ve (Allah günahlarımızı alnımıza yazmadığı için) ak - pak görünen beyaz tenimizle ülkemizde ve dünyada yaşananlardan birey olarak duyduğumuz sıkıntı ve utançtan kurtulabilmek adına olsun çocuklarımızı ak pak yüreklerle yetiştirmeliyiz.

Denilebilir ki bir gün acı gerçeği görecekler, işte o gün için şimdiden balçıkla sıvanmayan güneşler toplayıp biriktirmek gerek. Karanlıktan korkuyorsan küfretmek yerine, bir ışık yak demişler.

Hayat sadece siyah ve beyazdan ibaret değil. Arada başka renkler de var. Hatta hayatı daha güzel algılama sebebimiz biraz da o renkler. Haklısınız, Güzel şeyler bir bir kayboluyor ama örften bile gelse bazı kutsal bilinen şeylere bu kadar pervasız dokunmamak gerek.

Hiç kimse bozulmadığımız veya dışarıda havanın çok da güzel olduğu iddiasında değil ki.

Bizler sütten çıkmış ak kaşık değiliz ancak akıyor zaten diye akarsuya küçük abdest bozmanın da bir faydası olmadığını düşünüyorum...

Bir bakın gazete haberlerine Kızıyla başlayıp, torununa kadar tecavüz eden sapıklardan kiralık katil hizmetleri için web sitesi açanlara kadar bir sürü pislik. Ana - babasını doğrayanlar, yeni doğan çocuklarını poşetle çöp tenekesine atanlar. Bunları tüm detaylarına kadar okumak ve okutmak zorunda mıyız?

Eskiden adli makamların hassasiyetinden de olsa gerek bazı haberler üstü kapalı (imalı) geçiştirilirdi. Şimdi her şeyi olanca çıplaklığı ile vermek moda oldu. Oysa bir otokontrol gerekmez mi? Hayat tozpembe değil ama ortalıkta zaten bunca mikrop varken, gazeteciler, televizyoncular haberciler olarak bu kadar tozu dumana katmasak daha güzel olmaz mı?

Saygılarımla

Erkan BAL

15 Şubat 2011 Salı

Çocukluğumun süper kahramanları


Her çocuk gibi yaşadığımız dönemden sahte kahramanlar edindik. Kimisini kitaplardan, kimisini sinema filmlerinden, kimisini çizgi romanlardan. Ama bir de hayatın içinde yaşayıp gördüğümüz iki kahraman daha aktaracağım size.

I
Çocukluğumun geçtiği kasabada yüksek bir tepeden atılırdı Ramazan topu. Bu topu atan ise belediyede çöpçü olarak çalışan bir amcaydı... O dik tepeye iftardan önce arkadaşlarla toplanır, yüksekçe bir su deposunun üzerine çıkar ve onun topu atmasını beklerdik. Top patladığında deponun üstüne falan gökten toprak, kum yağar ve biz tam o anda deponun tepesinden atlayarak dik bir yokuştan evlerimize koşardık.

Nefes nefese eve gelir, nerde kaldın yaramaz sorularına aldırmadan oruçlarımızı açardık. Ramazanlarda teravih sonrası kapı zili çalıp kaçmaktan sonra en büyük eğlencelerimizden birisiydi bu. Gitmediğim bir akşam arkadaşlar top patlar patlamaz büyük bir feryat duymuşlar. Amca yeterince uzaklaşamamış ve iptidai bir şekilde taşların ortasında açtığı bir çukurda patlayan barut karışımı bir bacağını koparmış...

Yıllarca tek ayakla yaşadı o amca. Dilenmedi, yine çalışmaya gayret etti ama belediyeden emekli ettiler malulen. Bir daha o tepeye gitmedim. Zaten top da farklı düzeneklerle atılmaya başlandı ama o amcayı ne zaman görsem hep bir savaş gazisi gibi gözüktü gözüme, onunla hep gurur duydum.

II
Rahmetli babam her şeyin iyisini almayı severdi. Bu yüzden bakkalımız manavımız kasabımız ayrıydı ve en ufak bir yamuk yaptıklarında babam değiştirirdi. Kasabımız alkolik bir abiydi. Genç yaşta öldü. Çok içerdi ama kimseye zararı olmazdı. Ramazan'da ise içkiyi bırakır, namaza başlardı.

Bir gün babam beni kıyma almaya gönderdi. Koşarak gittim ve kıyma istedim. Belki içerideki müşterileri beklemedim diyecem ama bekledim sıramı. Kasap abi sert bir sesle "yok kıyma" dedi. Bozuldum ama bir şey de diyemedim. Geldim babama aktardım durumu. Babam belki iyi et yokmuştur dedi ama kasap abiye uğramış iftardan sonra...

Geldiğinde babam dedi ki. "sen dükkâna girdiğinde selam vermemişsin" artık büyüyorsun selam vermen gerek. Kasap abin o yüzden "selam vermeyen çocuğa kıyma vermem ben" dedi bana. Önce bir bozuldum. O güne kadar pek dikkat etmediğim selam işini Alkolik diye pek de iyi gözle bakmadığım Kasap abiden öğrendim. Kendisine minnettarım.

III
Bugünlerde yaşlı bir teyze geliyor işyerine. Arkadaşlarla birlikte sattığı çakmak, cevşen türü şeyleri alıyoruz. Her yer cevşen dolmasın diye ben kalem ve çakmak alıyorum. Durumunu anlatıyor. Çok sık uğramaz yani Ramazan'da türeyen tiplerden değil. Temiz yüzlü. Oğlu kanser tedavisi görüyor ve kadın onun için çırpınıyor. Son günlerde gözümde büyüyen isimsiz kahramanlardan biri de o teyze...

.......................................................
isteyene MİM: Siz de isimsiz kahramanlarınızı yazınız.

13 Şubat 2011 Pazar

Mevlid kandili dolayısıyla


İnsan, günah ve sevabı anlatan ayet ve hadislerdeki on misli, yüz misli, bin misli gibi ifadeleri okuduğumda hikmetinden sual olunmaz Rabbimin ama ne gerek var matematiksel anlatımlara diye düşünürdüm. Oysa matematiği severim... O da yaradılışın bir şiiridir.

Kuran şiir gibi akar gider ama şairleri de uyarmayı unutmaz. 'Hakkı hicveden şairlere aldanmayınız' der.

Resul en güzel örnektir. Gençliğimde sevgisi içimi ürpertir, ağlardım. Keşke o tadı hiç kaçırmasaydım. Sevdiğim, âşık olduğum erkek... Erkek mi hayır o elçi. Tanrıdan gelen saf, arı, duru bizden bir örnek...

—Anam babam sana feda olsun ya Muhammed!
Ölçü bu. Bir insan bir insanı ana babasını uğruna feda edecek kadar sever mi? Sever.

Ama o insan ne der ilhamını Kuran'dan alıp.
—Ana babanıza ÖF bile demeyiniz.

Yüz sevap, bin sevap, bin geceden hayırlı bir gece. Niçin peki niçin? Hepsi cennete bir adım daha yaklaşmamız için.

Oruç, namaz, zekât. Niçin? Daha sağlıklı daha huzurlu yaşamak için.
Üstüne en sevgili'den mükâfatlar... O'nun da gönlü hoş olacak.
—Kulum bana bir adım geldi mi, ben ona bin adım koşarım. Aman yarabbi!

Başka...
Şaşkın aklımın hayrete düştüğü bir denklem daha:

Kul günah işlemeyi düşündü mü? İşlerse, bir günah.
Düşündü de yapmaktan vazgeçti. O zaman bir sevap...
Düşündü de vazgeçip iyilik yaptı. Bir sevap daha.
Bütün denklemlerde sevdiklerini kayıran bir Yüce Yaradan'ın tabir yerinde ise torpil izleri:)

Ya cehennem...
Ne demiş derviş: Evlat cehennemde ateş yoktur, herkes kendi ateşini buradan götürür. O yüzden belki yürekler yangın yeri... Yüreğimizi yakanlar kendi ateşlerini bizim fırınlarımızda kızdırıp, alevlendirmekle meşguller...

Bakın bütün ilahi denklemlere. Bütün sözlerine o ilahi kitabın. Her şey bize biraz iltimas, biraz kayırma. Kim yapar ki. O sadece o...

—Yeryüzünde fitne ve bozgunculuk, kargaşa çıkaracak birini mi yaratacaksın? Sana ibadet edenler olarak biz yetmez miyiz yarabbi?
—Ben bilirim siz bilmezsiniz. Diye kesin bir emir.

Şeytan kul olduğunu unutup neden isyan etmesin. Etmemeli değil mi? Allah'a isyan eden insanın şeytandan farkı ne. Var. İnsanın önünde açık pişmanlık ve tevbe kapıları… Yine torpil.

Ne diyordu Rahmetli Ömer Lütfi Mete:
Şeytanı şeytan yapan Rabbine meydan okuması, Âdem’i âdem yapan üzülüp, af dilemesiydi.

Affet yarabbi...
Sen bilirsin ben bilmem. Sen bildirmezsen ben bilemem.
Bildir bize tüm bildiklerini, sevdir bize tüm sevdiklerini.

Şiir gibi dualar. Örnek mi? Alın size: "Rabbiyyesir"

Kadir kıymet bilmeziz.
Yarabbi kadir kıymet bilenlerden eyle.
Gönlümüzü ak, pak eyle. Oruçla namazla ıslah et, güzelleştir. Rasülünün sevgisini gönlümüze yine, yeniden yerleştir.

Ol dedin âdem eyledin
Yine ol de Adam eyle...

Amin.
Amin Amin...

12 Şubat 2011 Cumartesi

Dışarıda hayat çok renklidir

Bakıyorum da internet aleminde de fikri sabit olanlarımızın oranı bir hayli yüksek, bir şeye ya ak, ya da kara diyenlerin sayısı bir hayli var. Tıpkı farklılığını vurgulayarak bir kimlik vurgusu yapmak isteyen ama kendi düşüncesinden olmayanlara saygı göstermeyen bazı ayrılılıkçılar gibiyiz.

Hepimiz yadsınamaz derecede kendi renklerimizin fanatiğiyiz. Dünya görüşümüz, siyasi görüşümüz, futbol takımımız yemek ve giyim ve müzik tercihlerimiz için bile bu böyle. Demokrasiyi bile sadece kendi özgürlük alanımız olarak tanımlamaya meyilliyiz.

Oysa dışarıda hayat çok renklidir. Bırakın insanı, hayvanlar içinde bile sadece köpekler renk körüdür. O da gri tonlarını farkeder yine de. Siyah beyazın tamamlayıcısıdır ve ışığın olmama haline karanlık dendiği gibi renksizliğin rengine de siyah denir. Gecenin varlığı gündüzün (ışığın) yokluğundandır. Hüznü var yapan mutluluğun yokluğudur. Kendi kendinize depresyonda olduğunuzu hissediyor, bir türlü üzüntünün pençesinden kurtulamıyorsanız, hayatınıza ne zaman mutluluk katan bir olay yaşadığınızı düşünün. Bulabiliyorsanız ona tutunun, bulamıyorsanız, bu kez de sorunun kaynağını buldunuz demektir. Sevinin.

S
iyah ötekileştirmenin rengidir. Başkalaştırmanın. Siyaha kendi başına çok anlam yükleyemezsiniz. Siyah bir elbiseyi çekici kılan, çevresindeki diğer renkler ve özellikle beyazdır. Yoksa gece siyah giymiş bir zencinin beyaz yakalı bir gömleği yoksa, karanlıkta o da yoktur. Tüm renkler gün ışığından ayrışır ama siyah değil. Çünkü siyah bir renk değildir. Renksizliğin ta kendisidir...

B

Saygılarımla

Erkan BAL

Not: Şehir hayatından diğer renkleri göremiyorsanız, yeşili bol bir yere gidin haftasonu. Diğer renkleri de göreceksiniz. Herkese tavsiye ederim.
en şahsen (hayatın hiçbir yerinde hoşgörüyü yeterince yerleştirememiş bir ülkenin insanları olarak) en azından sanal alemdekendi düşüncemizden olmayanlara karşı biraz daha esnek olmamız gerektiğini düşünüyorum. Keşke tersi de mümkün olsa, sadece burada fanatik olup, gerçek hayata daha özgürlükçü ve rengarenk bakabilsek.

H
erşeyi siyah ya da beyaza indirgeyerek bakmaktan vazgeçip, hayata tüm renkleriyle bakabilmek için de kendi ruhumuza sürekli şu sözü fısıldamak gerek sanırım: "bırak güneş içeri girsin!"

22 Ocak 2011 Cumartesi

Yönetici Hastalıkları


Bölücülük olmasın ama toplumu yönetenler ve yönetilenler diye ortadan cart diye ikiye bölecek olursak, hastalık çeşitleri de yönetici ve yönetilen hastalıkları olarak listelenebilir.


Buyurun okuyalım. Yönetici hastalıkları nelermiş:

1- Tavuk çıktığı yumurtayı beğenmemiş hastalığı: Genel yönetici hastalığıdır. Her ne hikmetse yöneticiler çabucak bu toplumun ferdi olduğunu unutup, kendilerini seçenleri küçümsemeye başlar. Oysa makamı ne olursa olsun demokrasilerde her yönetici kendi konumunu o beğenmediği insanların oylarına, onaylarına borçludur.

2- İşler sizin bildiğiniz gibi değilmiş hastalığı: Özellikle seçilmiş insanlarda 30 ila 90 gün arasında baş gösteren bir hastalıktır. Bu kuluçka dönemi sonunda seçmiş olduğunuz yönetici bir şekilde bürokrasi tarafından kafaya alınır ve mevzuata boğulur. Yöneticiniz “işler sizin bildiğiniz gibi değil” demeye başladıysa artık o yöneticiden vizyoner işler bekleme şansınız yoktur. Bir dahaki seçime kadar umutlarınız yine suya düşmüş demektir. Hele bir de 2.dönem aynı kişiyi seçerseniz vay memleketin haline.

3- Bu millet adam olmaz hastalığı: Bürokrat kesimde daha çok görülen bir hastalık türüdür. Eskiden kalma bir halkı adam etme ve yetkiyi başkasından aldığını sanma hastalığı yüzünden bir kısım bürokratlar karşılaştıkları sorunlar ve halkın uyum sağlamaması yüzünden “bu millet adam olmaz” sözünü kendilerine ilke edinirler ve başarısızlıklarının bahanesi yaparlar. Devleti kendi malları, milleti de tebaları zannederler.

4- Yağdanlık hastalığı: Alt kademelerde baş gösteren bu hastalık, insanları yükselmek için üstlerinin her davranışını beğenmek, övmek şeklinde kendini gösterir. Küçük yerlerin yöneticileri halkın oyları ile gelmiş bakanlara milletvekillerine karşı iltifatta yarışırken tepkisini gösteren vatandaşlara kızarlar. Bakanı sinirlendirdin, milletvekili bozuldu tarzı söylemler içine girerler. Onları da seçenin bu halk olduğunu unuturlar. Sokakları vali vs. gelirken 2 kere süpürürler, üstlerinin tercihine göre onlara yaranmak için camiye de meyhaneye de aynı yakınlığı gösterirler.

5- Yaptığını çok görme hastalığı: Kadrolu memur hastalığı da denilebilen bu hastalıkta kadroya girene kadar bin bir takla atıldıktan sonra “benden hizmet bekleyen.” “ben bu devlete yıllarımı verdim…” “en çok biz vergi veriyoruz” türü söylemlerle kendini gösterir. Sabah mesaiye gelirken yarım saat geç gelebilmeyi, akşamüstü yarım saat erken kaçabilmeyi matah sayan ve kendisi olmasa işlerin yürümeyeceğini sanan insan hastalığıdır. Oysa sen gidersin yerine bir başkası anında gelir, devlette devamlılık esastır, işler yürür, oturduğun koltuk babanın malı değildir.

6- Bugün git yarın gel hastalığı: Eskisi kadar olmasa da bazı memurlarda eskiden oldukça sık görülen bir hastalıktır. İşleri ötelemeyi, ertelemeyi bir marifet saymakla başlayan ve bilgisayarda soliter, okey oynamak, son zamanlarda da facebook’a takılmak şeklinde kendini gösteren bir hastalıktır. Bir nevi miskinlik, uyuşukluk, tembellik durumudur.

Allah hepimize acil şifalar versin. AMİN


(*)Gelecek yazıda:
Yönetilenlerin hastalıkları.