22 Ocak 2011 Cumartesi

Yönetici Hastalıkları


Bölücülük olmasın ama toplumu yönetenler ve yönetilenler diye ortadan cart diye ikiye bölecek olursak, hastalık çeşitleri de yönetici ve yönetilen hastalıkları olarak listelenebilir.


Buyurun okuyalım. Yönetici hastalıkları nelermiş:

1- Tavuk çıktığı yumurtayı beğenmemiş hastalığı: Genel yönetici hastalığıdır. Her ne hikmetse yöneticiler çabucak bu toplumun ferdi olduğunu unutup, kendilerini seçenleri küçümsemeye başlar. Oysa makamı ne olursa olsun demokrasilerde her yönetici kendi konumunu o beğenmediği insanların oylarına, onaylarına borçludur.

2- İşler sizin bildiğiniz gibi değilmiş hastalığı: Özellikle seçilmiş insanlarda 30 ila 90 gün arasında baş gösteren bir hastalıktır. Bu kuluçka dönemi sonunda seçmiş olduğunuz yönetici bir şekilde bürokrasi tarafından kafaya alınır ve mevzuata boğulur. Yöneticiniz “işler sizin bildiğiniz gibi değil” demeye başladıysa artık o yöneticiden vizyoner işler bekleme şansınız yoktur. Bir dahaki seçime kadar umutlarınız yine suya düşmüş demektir. Hele bir de 2.dönem aynı kişiyi seçerseniz vay memleketin haline.

3- Bu millet adam olmaz hastalığı: Bürokrat kesimde daha çok görülen bir hastalık türüdür. Eskiden kalma bir halkı adam etme ve yetkiyi başkasından aldığını sanma hastalığı yüzünden bir kısım bürokratlar karşılaştıkları sorunlar ve halkın uyum sağlamaması yüzünden “bu millet adam olmaz” sözünü kendilerine ilke edinirler ve başarısızlıklarının bahanesi yaparlar. Devleti kendi malları, milleti de tebaları zannederler.

4- Yağdanlık hastalığı: Alt kademelerde baş gösteren bu hastalık, insanları yükselmek için üstlerinin her davranışını beğenmek, övmek şeklinde kendini gösterir. Küçük yerlerin yöneticileri halkın oyları ile gelmiş bakanlara milletvekillerine karşı iltifatta yarışırken tepkisini gösteren vatandaşlara kızarlar. Bakanı sinirlendirdin, milletvekili bozuldu tarzı söylemler içine girerler. Onları da seçenin bu halk olduğunu unuturlar. Sokakları vali vs. gelirken 2 kere süpürürler, üstlerinin tercihine göre onlara yaranmak için camiye de meyhaneye de aynı yakınlığı gösterirler.

5- Yaptığını çok görme hastalığı: Kadrolu memur hastalığı da denilebilen bu hastalıkta kadroya girene kadar bin bir takla atıldıktan sonra “benden hizmet bekleyen.” “ben bu devlete yıllarımı verdim…” “en çok biz vergi veriyoruz” türü söylemlerle kendini gösterir. Sabah mesaiye gelirken yarım saat geç gelebilmeyi, akşamüstü yarım saat erken kaçabilmeyi matah sayan ve kendisi olmasa işlerin yürümeyeceğini sanan insan hastalığıdır. Oysa sen gidersin yerine bir başkası anında gelir, devlette devamlılık esastır, işler yürür, oturduğun koltuk babanın malı değildir.

6- Bugün git yarın gel hastalığı: Eskisi kadar olmasa da bazı memurlarda eskiden oldukça sık görülen bir hastalıktır. İşleri ötelemeyi, ertelemeyi bir marifet saymakla başlayan ve bilgisayarda soliter, okey oynamak, son zamanlarda da facebook’a takılmak şeklinde kendini gösteren bir hastalıktır. Bir nevi miskinlik, uyuşukluk, tembellik durumudur.

Allah hepimize acil şifalar versin. AMİN


(*)Gelecek yazıda:
Yönetilenlerin hastalıkları.

7 Ekim 2010 Perşembe

Ey oğul tadında monologlar - II




I

Ey oğul, sevmek denilen şey, bir çeşit gönüllü kölelik değildir.
Mutlaka çiftler tarafından hayatta yapılabilecek fedakârlıklar vardır. Ancak sevmek her iki kişi tarafından da hayatta karşılaşılan zorluklarda diğerinin yanında yer alabilmek, ben senden yanayım, bizden yanayım seni istiyorum, bizi istiyorum diyebilmektir. Bu yük tek kişinin taşıyamayacağı kadar büyük ve tek taraflı taşınması manasızdır.

II

İki insan arasındaki alınganlıklar gerçek dünyada genelde kolayca çözülür. Ancak gerek sanal âlemde, gerek iletişimin aracısız yapılamadığı telefon, bilgisayar, mail gibi yöntemlerde zaman zaman yanlış anlaşılmalar, kırılıp dökülmeler olması doğaldır.

Bu yüzden eş, dost sevgili ve değer verdiğiniz arkadaşlarınızla sorunlarınızı telefonda, msn'de, mailde veya üçüncü kişiler yoluyla değil, ne olursa olsun yüz yüze çözmeyi deneyin. Hatta bu konuda birbirinize söz verin, yeminleşin.

III

İnsan ne kadar kuşkucu olursa olsun, ötekine güvenmek istiyor. Beynini kemiren karıncaları unutarak koyverivermek istiyor yüreğini.

Arkadaşım, dostum, yârim, yarenim dediği insanlara kuşkuyla yaklaşmak istemiyor. Bir teslimiyete dünden razı oluyor. Çünkü aradığı esas şey; sevilmek. Huzur ve mutluluk da var belki ama aslolan sevmeye, sevilmeye duyulan inanılmaz açlık hissi.

Bu yüzden çoğumuz bir tatlı sözü duymaya dünden razı, bu yüzden yüreğimiz, hep deniz kıyısında suya indirilmiş bir yelkenli gibi hazır beklemekteyiz. 

Bu yüzden onca sözün içinde inci tanelerini  toplar gibi güzel sözleri görüp, kapılıveriyoruz. Kelimeler kifayetsiz kaldığında ise HAL’E bakıyoruz. Sözlerden çok daha anlamlı olan davranışlar büyülüyor bizi.

Bu yüzden işini iyi bilen avcılar güzel sözlerin yetmediği yerde, güzel jestlerle avlıyor yüreğimizi. Çünkü biz av olmaya çoktan razıyız.