4 Mart 2010 Perşembe

Bursa'dan oğlum gelecek


Türk ihracatının lokomotifi de sayılan tekstil sanayimiz can çekişiyor. Global krizin vurduğu en büyük alanlardan biri olan tekstilde fabrikalar bir bir kapanıyor veya işçi çıkarma yoluna gidiyor. Dünyada kriz olmasa bile gelişen robot teknolojileri ve makineleşme beraberinde işsizliği de getirecekti. İstihdamdan haklı olarak devletin de elini çekmesiyle büyük bir arz fazlası oluşmuş durumda.
Kalifiye olmayan insanlardan oluşan işsiz ordusu apayrı bir sorunken kalifiye insanların da işsiz kalması daha büyük sorunlara yol açacak. Çünkü bu insanlar kendilerinin yanında aile fertlerinin de geçimini üstlenmiş durumdalar. İşsiz kalan her kalifiye eleman aç kalan bir aile demek.

Kriz böyle sürdükçe işten çıkarmalar kaçınılmaz hale gelecek. Çünkü işverenler de kazanmak zorunda. Aslında krizin bir finans krizi olduğu söylense de bence çok daha öncelere dayanan bir öyküsü var bu gidişin.

1-Sendikal hareketlerin amacını aşması: İşçi haklarını korumak gibi masum bir çıkış noktasından gelişen sendikal hareketler, 70li yıllarda sendikaların politize olmasıyla artık bir güç ve iktidar mücadelesinin aracı oldular. Sendikalı işçilerle sendikasızlar arasında oluşan uçurumlar ilk başlarda sendikalı işçilerin lehine gibi gözükürken bu durum işverenlerin canına tak edene kadar sürdü. Ülkemizde yaşanan darbe sürecinin ardından gelen özelleştirme dalgası sendikal kazanımları da aldı götürdü.

2- Özelleştirme: Özelleştirme bütün dünyada yaşanan bir dalgaydı ve ülkemizi de sardı. Öyle ki artık aksini düşünmek suç sayılacak neredeyse. Oysa benim o yıllarda da söylediğim bir şey vardı: "devlet hırsıza kolunu kaptırdı ve çareyi kolunu kesmekte buluyor ne yazık ki" Gerçekten politik kaygılarla yaratılan hayali istihdamlar, toplumun diğer katmanlarındaki çalışanlara göre devlette maaşların hem garanti, hem de daha iyi olması herkesi devletten bir iş kapmaya yöneltti. "Adama iş" icat etme politikası da sürünce olay çıkmaza girdi. Neticede toplumsal bir rüşvet alanı haline dönen "devlette iş bulma" ve bulduktan sonra da "iş üretmeme" hastalığı bir kanser gibi dokularımızı sardı ve devlet kangren olan kolu kesip atmayı ya da yok pahasına satmayı tercih etti. Sonrasını hepimiz az çok biliyoruz.

3-Gelişen teknoloji: Tıpkı matbaanın ülkeye geç girmesindeki olayın bir iş ve emek kaygısı tarafını görmeyip "irticaya" bağlama kolaycılığına kaçtığımız gibi "Osmanlı'da el yazısı kitap yazarak, çoğaltarak geçinen ve ailesini geçindiren binlerce insan vardı ve bunların işsiz kalacağı düşüncesi de matbaanın gelişini geciktirmişti. Nitekim din kitapları en çok çoğaltılan kitaplardı ve bunların matbaada basımı bir müddet yasak kapsamı içinde kaldı" , teknolojinin neleri değiştirdiğini görmezden geldik bir süre. Ancak bu değişimi iyi kullananlarımız ciddi gelirler kazandılar. Ciddi birikimler elde ettiler. Makineleşme ile beş sendikalı işçi yerine 1 robot makine yemeden içmeden çalışır ve aynı işi yapar hale geldi. Bilgisayarlar birçok alanda kullanılmaya başladı ve birçok kişinin işini yapar hale geldi. Bankalar personele iş düşürmek yerine otomatları seçtiler, internet bankacılığına yöneldiler.

4-ÇİN: Çin faktörü bütün dünya ekonomisinde dengelerin alt üst olmasına yol açtı. Aslında komünist Çin kapitalist dünyaya kendi silahı ile saldırıyor. Bu 1 milyar insan doymak adına savaşını teknoloji ile elektronik ile yapıyor. 1 milyar Çinlinin milli gelirini 1000 dolar yükseltecek bir katkının diğer ülkelerde nasıl bir olumsuz kelebek etkisi yaptığını yeni yeni görüyoruz. Çünkü Çin ile birlikte her şey yeniden tanımlanıyor. 1 klimayı 2 milyara satan firma şimdi 400 TL'ye Çin'de ürettirip satabiliyor. İşçi hakları yok denecek düzeyde, maliyetler çok düşük, her şeyin kopyası üretiliyor, telif ve lisans sorunu neredeyse yok. Eskiden yüksek fiyatlar ve kârlarla satılan ürünlerden patronların şimdi bu paraları kazanma imkânı kalmadı.

5-KREDİ KARTLARI: Devletin mali disiplini de kolaylaştıracağı düşüncesi ile göz yumduğu kredi kartlarının "uçana, kaçana" verilmesi insanları bir müddet sonra sahip olmadıkları bir geliri harcamaya yöneltti. Borçlar ancak asgarisi ödenebilir hale geldiğinde yürütülen faiz oranları, tüm enflasyon rakamlarının ve gelir imkânlarının üzerindeydi. İnsanlar bankalara bir anlamda tefeciye öder gibi bitmeyen bir faizi ödediler durdular. Borçlar ödenemez duruma geldiğinde ise herkesin 3-5 yıllık geliri ipotek edilmişti bile. Kimileri evlerini, arabalarını satarak bu yükün altından kurtulmaya çabalarken, kimileri intiharı bile seçti.

6-MORTGAGE: Çok Uzun vadeli ve düşük faizli ev kredisi bardağı taşıran son damla oldu. İnsanların 3-5 yıllık gelirlerine el koymakla yetinemeyen finans sektörü pembe vaatlerle herkese ev seçenekleri sunmaya başladı. Bu evler başını sokabileceğin küçük evler olsa belki sorun olmayacaktı ama "hayalinizdeki ev" sloganı ile insanların bu kez 50 yıllık gelirleri ve hayalleri ipotek altına alındı. Ancak bu kadar uzun vadeli bir kredilendirme beraberinde riskleri de maksimum arttırdı. Kuralsız verilen krediler ve değerinin çok üzerinde satılan evlerin paraları bir müddet sonra ödenemez hale geldi. Öyle ki borcuna karşılık ipotekli olan bu evler, az çok ödenmiş taksitlerine rağmen haczedilip satıldıklarında bile alınırkenki borçları kapatamadılar. Bu sefer geri alınamayan bu paraları dağıtan bankalar krize girdi, derken finans krizi tüm dünyayı sardı.

Şimdi dünya eğri oturup, doğru düşünerek bu krizi çözmeye uğraşıyor. Ülkemizde de krizin hem kendisi, hem de bir rüzgâr gibi yayılan dedikodusu işyerlerini çıkmaza soktu. Herkes ya ücretleri kısıyor, ya işçi çıkartıyor. Herkes bir şekilde giderleri minimuma indirmenin derdine düştü. Maaşlı kesim belki bu krizi yeterince hissetmeyebilirdi ancak işten çıkarmalar onları da kara kara düşündürüyor. Biraz birikimi olanlar altına yöneliyor. Derken kriz krizi doğuruyor. Herkes harcamalarını ve yaptırmayı düşündüğü işleri erteliyor.
Şimdi ülkemizde de birçok işyeri krizden çıkamayıp kapanma sürecine gidiyor. Bu sürecin sonunda kim ayakta kalır kim kalmaz bilinmez ama komşu il: tekstil sanayinin kalbi konumundaki illerden biri olan Bursa'ya çalışmaya giden birçok gencimiz geri dönüyor. Evleriyle, aileleriyle geri dönerlerken de küçük yerlerde ev sahipleri eski bir sloganı değiştirerek söylemeye başladı bile.

-Sevgili kiracım "Bursa'dan oğlum gelecek" şu bizim evi boşaltsanız diyorum.

-------------------------------------------
Not: bu yazı ekonomik krizin daha sert hissedildiğini 2009 başlarında yazılmıştır.

2 Mart 2010 Salı

Fildişi kulelerin şairleri


Yıllardır bitmeyen tartışmadır. Sanat halk için midir yoksa sanat için midir? Bu tartışmada herkes kendi görüşünün doğru olduğu iddiasındadır ve ötekini acımasızca eleştirir. Bir de sanat Hak (Tanrı) içindir diye üçüncü bir hâkim görüş vardır.

Bense sanatın fazlasıyla sanatçı için olduğuna inanırım. Her sanatçı biraz da kendisi için sanatçıdır. Siz buna bir ego tatmini de diyebilirsiniz. Ben içindeki sancının dışa vurumu derim.

Yıllardır her alanda olduğu gibi sanat dünyasında da "her şeyi bilen akil adamlar" olagelmiştir. Hiç birini küçümsemem. Ancak sanatçı adayları arasında bile bir müddet sonra kendini "Hint kumaşı veya otorite" sanma hastalığı nükseder. Neyin nasıl yapılacağını söylemeye, başkalarına akıl vermeye başlarlar. "Ben şöyle bilirim, böyle okudum, kafiye budur, aruz budur, serbest vezin şudur, Türk şiiri budur derken işin özünü; yürekten gelen sesi aktarmayı unuturlar."

İkinci bir hastalık ise "bizden olan iyidir" hastalığıdır. Eski bir burjuva aydını hastalığı olan bu hastalık önce solculara, zamanla "sağ" yelpazedeki aydınlara da bulaşmıştır. Kısaca "halktan" olanı sığ bulmak, "anlaşılmaz olanı yüceltmek", "tepeden bakmak" hastalığı da denilen bu hastalığa en iyi cevap sanırım "Yunus Emre" şiirleri ve Türk halkının gönlünde "Yunus Emre'nin" kazandığı yerdir.

Bu yazıyı yazma sebebim olan birkaç ay önce TRT2 de yayınlanan "önce şiir vardı" adlı programa. Bu program; gerçekten kaliteli üst düzey bir programdır. Kesinlikle kabul ediyorum. Zaten, zaman zaman şairlerin, zaman zaman şiir tarzlarının tartışıldığı, Mustafa Şerif Onaran'ın yönettiği, Hilmi Yavuz ve Talat S. Halman'ın katıldığı; sohbet aralarının "Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı ile Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Berin Ötenel"in okuduğu şiirlerle renklediği bu güzel program için TRT'yi kutlamak gerek.

Ancak dün akşam "Ümit Yaşar OĞUZCAN şiirlerinin konu edildiği programda "Ümit YAŞAR'IN bile" acımasızca diyebileceğim tarzda eleştirildiğini görmek beni üzdü. Hilmi YAVUZ hocamın "arkadaş olarak sevmeme rağmen şiiri için aynı şeyi diyemem - popülerliği seçerek, kendine yazık etmiştir" mealindeki sözleri ve Aşk şiirin Ümit YAŞAR'LA sıradanlaştığı, ayağa düştüğü anlamına gelebilecek vurguları gerçekten üzücüydü.

Ümit Yaşar OĞUZCAN gerçekten Aşk şiirlerini bizlere sevdirebilen, duygularını yüreğinden geldiği gibi aktarabilen, Gülmece şiirleri yanında, aruz vezniyle de Rubailer yazmış iyi bir şairdir.

Tabi ki bizim ölçümüz "üstatların kriterlerine" göre bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak halk nezdinde itibar görmek neden aydınlarımız arasında "kolaycılık, basite indirgenmek, ucuzlatmak" olarak algılanır. Orhan Veli KANIK'da sıradan bir şairdir o zaman. Ama bizce sevilmiştir. Bu halk onu benimsemiştir. Kendinden biri görmüştür. Bu az bulunacak bir şey midir?

Tabi ki sanatın belirleyici üst kriterleri olabilir. Tabi devler arenasının kuralları daha farklı olabilir. Ancak "halk tarafından sevilir şiirler yazmak" ne zamandan beri bir şairin kalitesini düşüren belirleyici bir unsur olmuştur onu anlamakta güçlük çektim.

Ümit Yaşar, yüreğini, hissettiklerini yazmış mıdır? Sevgisini ifade etmiş midir? Bu kelimeler halkın gönlünde yer bulmuş mudur? Önemli olan biraz da bu değil midir?

Kelime oyunlarına, muntazam kalıplara, uyaklara, rediflere, kafiyelere, dizeler içinde gizli anlamlara, vurgulara, ses ahengine yeterince güçlü yer vermedi diye bir şairin şiirine kötü diyebilir miyiz? Şiir bir "Tanrı kelamı mıdır?" Yoksa "Eski Arabistan'daki gibi" kutsal metinler midir?"

Tamam, çikletlere mani yazan bir şair olmak, cep telefonu mesajlarının şairi olmak başka bir şeydir. Kabul, ama dolmuşa, otobüse birlikte bindiğiniz, seçim sandığına birlikte oy attığınız ve kitaplarınızı bir gün okuyup yüreğinizi anlamasını umduğunuz bu halka ve onun benimsediği Ümit Yaşar OĞUZCAN gibi bir şaire; bu biraz haksızlık olmadı mı sevgili hocalarım?

Şu, fildişi kulelerden aşağıları temaşa edip beğenmeme huyunu da, aydınlarımız bıraksalar artık. Saygılarımla.